Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayı dolayısıyla geçici imamlık için Edirne’ye gelmişti. Fakat Ramazan ayı bitiminde buradan onu göndermek istemediler. Ramazanın sonunda valizini hazırlamış Erzurum'a dönmek üzereyken esnaf ve mahalleli Hocaefendi’nin gitmemesi yönünde baskı yaptılar ve Müftülük dahil her yere başvurdular.
Müftü vekili İbrahim Akın Bey, Hüseyin Top Hoca’ya, 'hocam madem mahallelinin ısrarı var, biz de boş olan yerler için bir imtihan açalım ve bu hocamıza resmen bir vazife verelim, kimseye de minnet etmesin' dedi. Zaten Hocaefendi kimseye minnet edecek karakterde değildi. Para pul hiç gözünde değildi. Hatta Ramazan dolayısıyla kendisine o kadar para vermek isteyenler vardı ki, hiçbirini almadı ve bütün vaazlarında da 'benim zekata, fitreye ihtiyacım yok' diye cemaate söyledi ve sadaka vermek isteyenleri geri çevirdi.
Ramazan ayından sonra Hocaefendi'yi imtihan ettiler. Müftülük binasında İbrahim Akın Bey'in başkanlığında bir komisyon önünde yapılan imamlık imtihanını kazandı Hocaefendi. Kararlar alındı, imzalar atıldı. İmtihan sonucu vilayete gönderildi. Vilayet dosyayı onayladı. Ardından müftülük kanalıyla dosya Ankara Diyanet İşleri Başkanlığına gönderildi. Dosya Ankara'ya gidince müftülük de bu arada Hocaefendi'yi Üç Şerefeli Camii'ne ikinci imam olarak vazifeye başlattı.
Hocaefendi bu süreci hatıralarında şöyle anlatıyor:
“Müftülük, boş bulunan yerler için bir imtihan düzenledi. Bu imtihanda birinci oldum. Hakkım, Üç Şerefeli Camii'e imam olmaktı. Ancak İbrahim Efendi'nin kayırdığı bir başkası vardı. 'Senin puanın fazla; o da askerliğini yapmış. Onun için sizi müsavi (eşit) kabul edip kur'a çekeceğiz' dedi. Kur'a çekildi ve hak yerini buldu. Üç Şerefeli Camii'e ikinci imam olarak tayin edildim. Bu benim memurluğa ilk başladığım tarihtir (6 Ağustos 1959).”
Hocaefendi’nin bundan sonraki ilk işi bir ev bulmak oldu. 50 lira aylıkla bir küçük ev tuttu. Evin bir de ufak bahçesi vardı. Ev sahibi bahçedeki her şeyden istifade edebileceğini söyledi. Fakat ev çıkmaz sokaktaydı. Bilhassa yaz günleri de olduğu için mahallenin kız ve kadınları gayet serbest bir şekilde gecenin geç saatlerine kadar vakitlerini sokak ortasında oturarak geçiriyorlardı. Hocaefendi, evine varmak için mutlaka onların arasından geçmek zorundaydı. Her geçişte hamama girmiş gibi terliyordu. 15 gün kadar böyle gidip geldi. Ancak mahalle sakinlerinden birkaç kız o gelip geçerken laf atmaya başladılar. Bunun üzerine sabah namazına çıktıktan sonra bir daha gece yarısı olmadan eve dönmedi. Ay sonuna kadar da gidip gelmeye böyle devam etti. Zaten sabah namazı çok erken, yatsı da çok geç olmaktaydı. Evde kalabildiği süre topu topu iki saatti. 'Günde iki saat kalabilmek için bu kadar kira vermeye ve bu kadar yol gidip gelmeye değmez' diye düşündü. Eşyalarını koltuğunun altına alıp Üç Şerefeli'ye geldi. Karar verdi; bundan böyle caminin penceresinde kalacaktı. Ve askere gidinceye kadar, tam iki buçuk sene bu pencerede kaldı.
Hocaefendi, bu camide verdiği vaazların konusunu önceden caminin girişindeki panoya yazıyordu. Böylece camiye gelenler neyi dinleyeceklerini önceden bilme şansına sahip oluyordu. Bu yeni genç hoca yaşantısıyla da sıra dışıydı. Caminin, eni iki metre, boyu 1,5 metre olan bir penceresine yerleşmiş, geceleri orada yatıyordu. Edirneli bir usta, hiç olmasa taşın üstüne yatmasın diye bir gün taşın üstüne tahta döşeyip, iki kapaklı bir kitaplık yaptı. Havanın bazen eksi 15-20 derece olduğu Edirne soğuğunda Hocaefendi, Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde battaniyesine sarılıp yatıyordu. Üstelik akşamları çalışmalarını mum ışığında yapıyordu. Kitapları dışındaki bütün eşyası iki battaniye, iki tabak, bir yemek kaşığı, bir çay bardağı ve elbiselerinden ibaretti.
“İşi baştan sağlama alarak kendimi rehavete götürebilecek bütün sebep ve saiklerden uzak kalmak istiyordum. Altıma bir battaniye alıyor, üstüme bir battaniye örtüyor ve Edirne'nin o insanı donduran soğuk günlerini ve hele gündüzün soğuğuna rahmet okutan gecelerini hep böyle geçiriyordum. Zaten çok az yediğim için de çok az uyumaktaydım. Bazen günlerce bir şey yemediğim olurdu. Günlük uyku saatim de bir iki saati geçmiyordu. Bilhassa hayvani gıda almamaya azami dikkat ediyordum.” diyor Hocaefendi o günleri anlatırken…
Üç Şerefeli Camii
Fatih Sultan Mehmet'in babası II. Murad, Edirne yıllarında devrin maharetli mimarı Müslihiddin Ağa'dan bayram namazını resmettiği bir cami yapmasını ister. İçeride yükselecek iki sütun, iki rekatlık bayram namazını abideleştirecek, dokuz kubbe ise iştiyakla getirilen dokuz tekbiri resmedecekti. Böylece mekân genişliğiyle, safların ihtişamını gözler önüne serecekti. Mimar Sinan'ın hocası Müslihiddin Ağa bu istek üzerine tez zamanda çalışmalara başlar. Caminin inşasında İzmir'in fethinde elde edilen ganimetten 7 bin kese para harcanır. (Kaderin cilvesine bakın ki Hocaefendi, buradan İzmir’e gidecek ve o da İzmir’e hizmet gibi eşsiz bir ganimet verecekti.) On yıla yakın bir çalışmadan sonra Üç Şerefeli Camii ya da diğer adıyla Burmalı Camii gibi bir şaheser ortaya çıkar. II. Murad, açılıştan önce rüyasında caminin merdivenlerinde Cebrail, Mikail ve İsrafil'in (as) durduğunu görür. II. Murad bunun üzerine insanların basmaması için meleklerin bastığı yerlere birer sütun diktirir.
Üç Şerefeli, Osmanlı mimarisinin bir nevi kilit yapısı olma özelliğini taşır. Zira sonraları, Mimar Sinan bu camii için: "Benim yapı meselesini halletmemde iki eser ana kaynağımdır: Biri Ayasofya diğeri de Üç Şerefeli Camii." der.
Üç Şerefeli Camii, Fethullah Gülen Hocaefendi için de çok önemli bir yere sahip. Hocaefendi kendisine sinesini açan bu muhteşem eseri "Üç Şerefeli ki, mimaride, Selimiye gibi medeniyet tarihimizin en büyük medar-ı iftiharının doğumuna analık yapmış ve mimarideki bu muhteşem zafere zemin hazırlamıştır." şeklinde tanımlar.
Hocaefendi, üç yıla yakın çok çile çekti o pencerede. “Çok zeki bir adamdı, bana öyle geliyor ki; ne olduysa, ne mertebelere ulaştıysa o cami penceresinde oldu Hocaefendi.” diyor Hüseyin Top Hoca. Zira, her sabah II. Murad onu sabah namazına uyandırmak için pencerenin önüne geliyor ve: “Kalk, buradan bir Fatih çıktı, bir de Fetih çıkacak!’ diyordu. Hocaefendi, tam uyandığı sırada da II. Murad arkasına dönüp gidiyordu.
Üç Şerefeli Camii’nde Ateşin Bir Genç
Hocaefendi, sahabeleri gözyaşları içinde anlatıyordu. Sanki onlarla berabermiş gibi çok canlı resmediyordu. Osmanlı tarihinden padişahları anlatırken de adeta onlarla savaş meydanlarına çıkmış gibi ifade ediyordu. İslam tarihini canlı örnekleriyle anlatmayı çok seviyordu.
Hocaefendi risaleleri çok iyi okumuş ve kavramıştı. Arapçası da çok kuvvetliydi. Kim ne sorarsa sorsun herkese tatmin edici cevaplar veriyordu. İnsanlar bir başka haz duyuyordu onun verdiği cevaplardan.
Kendisine gösterilen onca teveccühe rağmen o, çok mütevazi bir hayatı sürdürmeye devam ediyordu. Cami penceresinde taşların üzerinde yatıyordu. Soba yok, ateş yok, yatak yok... Şimdiki gibi tüplü veya elektrikli aletler yoktu. Tam bir sahabe hayatı yaşıyordu.
Hüseyin Top Hoca bir gün ona 'Hoca sen niye tuttuğumuz o evi terkedip buralara geldin, bu taşların arasında nasıl yaşanır? Burada hasta olursan, annen baban başında değil, bana Hüseyin Efendi oğlumuza bakmadı, onunla ilgilenmedi demezler mi? Bu benim ağrıma gidiyor, zoruma gidiyor' dedi.
Hocaefendi, ona aynen şöyle dedi: 'Hafız abi hiç merak etme, Allah'a emin ol, cami Allah'ın evi mesabesindedir, ben buranın imamıyım, hizmetçisiyim. Ben O'nun kuluyum, o beni muhafaza eder.'
Hüseyin Efendi, anlatmaya devam ediyor:
“Çok üzülüyordum neden böyle yapıyor diye. Hocaefendi, Üç Şerefeli'ye girişteki sol pencerede yatıp kalkıyordu. Bir gece caminin penceresinde onun yanında kalmaya karar verdim. Bir akşam beraber oturduk. İki tane mum yaktı, mum ışığında kitap okuduk, sohbet ettik. Kendisine söylemedim ama, içimden buraya caminin saatinden bir hat çekelim de buraya bir lamba taktırayım, bari kitapları aydınlıkta okusun dedim. Bizim müftülüğün elektrikçisi vardı, Mustafa İşlek adında. Ona dedim ki: 'Mustafa amca, Üç Şerefeli'nin imamı daha talebe yaştadır, ona ev tuttum ama evde kalmadı, caminin penceresinde yatıp kalkıyor, karanlıkta ders çalışıyor, kitap okuyor, elektrik saatinin şebekesinden pencereye kablo çekin de bir lamba takın' dedim. Mustafa amca 'tamam hocam, hallederiz' dedi. 5 metre kadar kablo ve bir lamba lazımdı. Masrafını ben karşılayayım dedim. Adam almış çıraklarını götürmüş camiye, yapacakları işi tarif etmiş. Çırakların isimleri de Enver ve Bahattin, ikisi de genç arkadaşlar. Gerekli kablo ve lambayı temin etmiş.
Çıraklar başlamış çalışmaya. Elektrik kutusunu açmışlar, bağlantı yapmaya çalışırlarken Hocaefendi onları görmüş. 'Ne yapıyorsunuz burada böyle?' demiş. 'Hocam sizin pencereye bir hat çekiyoruz' demişler. Hocaefendi de 'kim yolladı sizi?' demiş. 'Hocam, Hüseyin Top Hoca bizim ustaya söylemiş o gönderdi' demişler. Hocaefendi şöyle biraz düşünmüş ve 'toplayın alet edevatınızı, benim lambaya, elektriğe ihtiyacım yok diye onlara biraz çıkışmış. Çıraklar toplamışlar eşyalarını gelmişler ustalarının yanına. 'Hoca bize biraz çıkıştı, yapacağımız lambayı istemedi, biz de bıraktık geldik' demişler. Ben, pencereye kablo çekildi, lamba takıldı zannediyorum. Aradan üç beş gün geçti. Ben müftülüğe geldim. Baktım bizim elektrikçi Mustafa amca orada. Bana 'Hüseyin Efendi, senin o hemşerin çok sert adammış, benim çırakları istememiş, onlara bir güzel çıkışmış' dedi. Bizim müftülük de Park Oteli civarında Özel İdare binasında bir odada idi o zamanlar. Camiye çok yakındı.
Yine bir öğle vaktiydi, namazı onun camiinde kıldık. Namazdan sonra konuşarak pencerenin önüne gelince kendisine sordum. 'Fethullah Efendi neden sen o çırakları geri çevirdin, lambayı takmalarına izin vermedin? Hem rahat kitap okur hem de biraz ısınırdın' dedim. Eliyle avizeleri göstererek şöyle dedi: 'Hafız abi, düşündüm ki; bu camide yanan lambaların elektrik parasını vakıflar ödüyor, vakıfların ödediği lambaların ışığında ben oturmak istemedim' dedi. Ben bu cevap karşısında tam hayran kaldım yani. Bu yaşta bu hassasiyet nasıl olur diye hayret ettim. Kendisinin yaktığı elektriğin vakıflar tarafından ödenmesini istemiyordu. Vakıf nedir, nasıl kullanılır, kimler kullanır, bunları o yaşta biliyordu. Öyle doğru ve hassastı. Halbuki bizim imam ve müezzinler bunlara pek dikkat etmezler. Şimdilerde gitseniz camilerdeki kalorifer peteklerinin yandığını, elektrik lambalarının ve avizelerinin söndürülmesi konusunda fazla dikkat edilmediğini görebilirsiniz.
Ben o zaman gördüm ki bu hizmetlerin temelinde Hocaefendi'nin doğruluk ve hassasiyeti yatmaktadır. 1960 ihtilaline kadar Edirne'de çok geniş çevresi oldu Hocaefendi'nin. Çok temiz giyinirdi. Bazen benim giyimimi beğenmezdi. Çok güzel kıyafetleri vardı, pantolonunun ütüsü bozulmasın diye yatağın altına koyar, düzgün durmasını isterdi. Yemez içmez ama giyimine, temizliğine çok dikkat ederdi. Tam bir efendivâri gezerdi.
Benim uzun bir pardesüm vardı. 'Hafız abi sen vaizsin, bu sana hiç yakışmıyor, bunu çıkar, gel sana yeni bir pardesü yaptıralım' dedi. O zamanlar hazır konfeksiyon olmadığından terzilere gidiyorduk. Beraber gittik Sümer mağazasına, palto yaptırmak için kumaş aldık. Hemen bir terzide güzel bir palto diktirdik. O paltoyu bir güzel bana giydirdi 'bak şimdi ne kadar yakışıklı oldun' dedi. Bir gün o paltoyu giydi, boynunda kravat, başında da fes vardı, fesin püskülü de yandan sarkıyordu. Üç Şerefeli Cami'nin önünde öyle güzel bir fotoğraf çektirdi ki, ellerini de arkaya bağlamış poz vermişti. İşte o palto benim paltom idi.”
Salı Vaazlarına Dair Bir Hatıra
İstanbul fethedilince Edirne'ye fetih müjdesi gelmişti. Edirne halkı, hükümet erkanı, kadın, çoluk çocuk her kim varsa salı günü Eski Cami'de toplanıp dualar etmiş, Kur'an okumuşlardı. Ondan sonra Eski Cami'nin ismi Salı Camii olarak kalmıştı. O günden sonra, kadınlar, salı günleri o camide toplanmaya, sohbet dinleyip Kur'an okumaya başlamışlardı. Salı Camii toplantıları bir gelenek haline gelmişti. Hüseyin Hoca o camiide kadınlara tam 47 yıl vaaz etti. Kadınlar o gün erkenden gelirler, evrad u ezkarlarını yaparlardı. Saat 11'den 12'ye kadar da vaaz saatiydi. Vaaz u nasihati dinledikten sonra dağılır giderlerdi.
Hüseyin Hoca, 27 Mayıs ihtilalinden önce bir gün kadınlara vaaz vermek üzere Hocaefendi'yi Salı Camii'ne gönderdi. Gerisini Hüseyin Efendi anlatıyor: “1959 sonu veya 1960 olması lazım. O zaman Üç Şerefeli'de imamlık yapıyordu. Sarığını, cüppesini giyip vaaza çıkmış. Ertesi hafta ben kendim gittim Salı vaazına. Burada emekli bir albayın hanımı olan Hayriye Hanım vardı. Okumuş, görgülü tam sultanî bir kadındı. Giyimine, örtüsüne çok dikkat ederdi. Hocaefendi'nin vaazına hayran kalmış. Üç Şerefeli Cami'ye yakın bir yerde oturuyordu. Hatta evini de Hocaefendi'ye bağışlamak istedi, ama Hocaefendi hiç alâkadar olmadı.
Hayriye Hanım beni tanıyordu. İkinci hafta vaaza gittiğimde Hayriye Hanım beni çağırdı. 'Evladım geçen hafta genç bir hoca çok harika bir vaaz etti, duyduğuma göre Üç Şerefeli'nin imamı imiş. Ben yaşlı olduğumdan her zaman Salı sohbetlerine gidemiyorum, acaba Üç Şerefeli Camii'de de kadınlar için vaaz veremez mi?' dedi. 'Kendisine söyleyelim, kabul ederse olur' dedim. Durumu söyledik Hocaefendi'ye. Kabul etti. Çarşamba günleri Üç Şerefeli'de bayanlara vaaz vermeye başladı. Ben de zaten Salı günleri vaaz ediyorum. Hocaefendi'nin Çarşamba günleri Üç Şerefeli'de vaaz vereceğini Salı günkü vaazımda bayanlara duyurdum. Neyse Hocaefendi vaazlara başladı.
Hanımlara vaaz verdiği günlerden birinde ben de Üç Şerefeli'ye gittim. Avludan girdim. Biraz uzaktan, arka kapıdan bakınca Hocaefendi'yi vaaz ederken gördüm. Hoparlör falan yoktu o zamanlar. Baktım kadınlar yüzlerini önlerine eğmiş Hocaefendi'yi öyle dinliyor. Niye böyle acaba diye merak ettim. Kenardan bir yerden dinlemeye devam ettim. Vaaz bitti Hocaefendi kürsüden indi. Ben o Hayriye hanımla konuşuyorum. 'Niye böyle başınızı öne eğiyorsunuz?' dedim. O da bana: 'Hocaefendi kürsüye çıkınca yüzünüzü çevirin, ne ben sizin yüzünüzü göreyim, ne de siz benimkini' diye hanımları uyardı.’ dedi. Çok enteresan bir durum tabii. Ben hiç böyle davranmamıştım, vaazlarda onlar bize, biz de onlara bakarız. Hocaefendi'nin tavrı ise son derece hassastı. Namahremden gözünü ve düşüncesini daima uzak tutardı. Öyle sokağa çıkayım, gezeyim tozayım gibi davranışlar Hocaefendi'nin semtine uğramış değildir. Hocaefendi'nin bu ince düşüncelerini biz ilk etapta anlayamadık. Ama yapılması gereken titizlik de bu olmalı. İffetine çok düşkündü.”
Hocaefendi, haram ve şüpheli şeylerden çok kaçınıyordu. İslami usullere göre kesim yapılmadığı için etli yemek yemiyordu. Onun gençlik günlerindeki hassasiyetlerine baktığınızda hizmetin bugünkü seviyelere geleceğini kolaylıkla tahmin edebilirdiniz. Çok dikkatli yaşıyor, aç kalıyor, susuz kalıyor; ama insanları yediriyor, içiriyor ve giydiriyordu. Maaşıyla fazladan aldığı kitap ve gazeteleri uygun gördüğü insanlara vererek okumalarını sağlıyordu. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisinden üç tane, Cevat Rıfat Atilhan’ın yazarlarından olduğu haftalık Hür Adam gazetesinden 15 tane alıyordu. Dönemin kültürel hayatını yakından izleyen Hocaefendi, dönemin etkili gazetelerinden Yeni İstikbal’in bir okuruydu. Peyami Safa, köşesini okuduğu yazarlardan biriydi. Kendi deyimiyle, neredeyse piyasaya yeni çıkan her kitabı temin edip okuyordu.
‘Hayallerimi dahi süsleyen tek idealim’
İslam adına yapılan her hizmete destek olmayı en büyük vazife kabul etmişti Hocaefendi. Bu, onun çok küçük yaştan beri adetiydi. İslam'a hizmet eden kim olursa olsun içinde o şahsa karşı bir medyuniyet hissetmişti. Çünkü İslam'ın derdi onun hayallerini dahi süsleyen tek idealiydi.
Bunun için Edirne’de kaldığı yıllarda dinî neşriyata ciddi sahip çıkıyordu:
“Büyük Doğu bir veya iki tane geliyordu. Beş tane getirttim ve gerisini ben kendim alıp dağıttım. Hür Adam 25 kadar geliyordu. Onu da kırka çıkardım. Gerisini yine kendim alıp dağıtıyordum. O gün için Hür Adam gazetesi haftalıktı ve Büyük Doğu ile Sebilü'r-reşad dışında Müslümanlığın tek sesiydi. Ben bazen birisine bu gazeteyi vermek için oturur evvela adama bir çay içirir ve sonra verirdim. Öyle bir vasatta bu hizmet çok zordu. Çünkü bunlar hiç duyulmamış şeylerdi. Büyük Doğu'yu Cumhuriyet Gazetesi'nin arasına sokup cebime koyar, verilmesi gereken yere öyle götürür verirdim.
Hem de kimsenin olmadığı bir yerde, gizlice verirdim. Devamlı yapabilmem için böyle hareket etmem şarttı. Basını yakından takip ediyordum. Necip Fazıl o sıralarda İdeolocya Örgüsü'nü işliyordu. Peyami Safa'nın yazıları o günün kültürüne göre ağırdı; fakat ekseriyetle onu da okurdum..
Bu arada Risaleleri de alıp dağıtıyordum. Kitapları da Mehmed Şergil'den getirtiyordum. Ankara ve İstanbul'da pek tanıdığım yoktu. Hatta bir defasında Mehmed Şergil'den acı bir mektup aldım. Dağıttığım kitapların parasını gönderememiştim. Borcumun iki yüz liraya ulaştığını söylüyor ve ardından da 'Bu nasıl kardeşlik' diyordu. O haklıydı. Fakat yaptığım diğer masraflarla aldığım aylık kafi gelmiyordu. Buna rağmen Hüseyin Efendi'den borç alıp hemen parasını gönderdim. Ona da aydan aya borcumu ödedim.”
“O yaşlı kadını hiç unutmadım”
Edirne’de, ancak bastonla yürüyebilen çok yaşlı bir Hayriye Hanım vardı. Bu hayırsever kadın rahmetli bir albayın eşiydi. Hocaefendi’nin bütün ısrarlarına rağmen yaşadığı çetin hayatın içinde bu kadın ona bir ana şefkatiyle el uzatıyordu. Hocaefendi, bu ihtiyar kadını hayatı boyunca unutmayacaktı:
“Tam 2,5 sene Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde kaldım. Hiç üşüdüğümü hatırlamıyorum. Erzurum’a denk bir soğuğu var Edirne’nin. İçeride soba yoktu. Önce üzerime bir kilim aldım, sonra yorgan. Soğuk havalarda bir kilim vardı. Tabii hayat, komando gibi. Büyüklerimiz hep öyle yaşamış. İçeride mangal yakamazsın. 2-3 sefer dışarıda mangal yaktık. Bastona dayanarak bana kömür getiren Hayriye Hanım’ı dualarımda hep yâd ederim. Emekli Albay olan kocası vefat etmişti. Soylu, asil ve görgülü bir hanımefendiydi. O sıralarda beni bir ana gibi korumaya çalışırdı. Bir yatak getirdi ve zorla pencereye serdi. Bazen yemek getirdiği de olurdu. Ben de bu yaşlı kadını kıramaz ve getirdiklerini kabul ederdim.”
Aynı bunun gibi, Bediüzzaman, Rusya’da esarette iken Volga Nehri kenarındaki camide kaldığı sırada, yaşlı bir Tatar hanımı kendisine çorba yapıp getirirdi. Zaman zaman da çamaşırlarını yıkayan bu Tatar kadına Üstad da hep dua ederdi. Bediüzzaman:
“Bugün Risale-i Nurların iman kurtarma davasındaki bu cihanşümül hizmetlerinde bahsedilen Tatar hanımının da hissesi vardır. Ben onun için ona dua ediyorum” derdi..
O yıllarda Edirne ahlaken büyük bir yıkım içindeydi. Din adamlarının çoğunun dinden haberi yoktu. Müezzin veya imamın kızı, dansta birinci geliyordu. Bazı müezzinler namaz dahi kılmazlardı. Kameti getirip camiden çıkar, birkaç turist gezdirir ve imamın selam vermesine yetişir; müezzinliğini yapar ve giderdi. Manevi hayat bu kadar derbederdi. Hele burası bir de Erzurum'a kıyas edilecek olursa, Erzurum'da doğup büyümüş Hocaefendi gibi bir insanın birden karşılaştığı bu şehirde ne kadar zor durumda kalacağı daha iyi anlaşılır. Onun için o da korunmanın tek çaresini caminin penceresine sığınmakta buldu ve riyazet kalkanını da eline aldı. Başka türlü, genç, kuvvetli, enerjik bir gencin iffetini koruyabilmesi zahiri şartlar açısından mümkün değildi.
Genç kızların, Hocaefendi’nin kaldığı pencereye gelip onunla görüşmek için sıkıntı vermeye başladıklarında da Hayriye Hanım daima onun imdadına yetişti.
Erzurum’daki öğrencilik yıllarından itibaren sabahları kültürfizik hareketleri gibi sporlar yapmayı ihmal etmeyen Hocaefendi’nin bu alışkanlığı, ona dayanıklı bir beden kazandırmıştı. Erzurum’da ayağını taşa yapıştıran buz gibi soğuk suyla banyo yapmaya ve Edirne’de kışın sabahları camiye gidince buz gibi suyla abdest almaya dayanabiliyordu. Başka türlü, kendi deyimiyle bu şekilde “komando gibi” yaşamasına imkân yoktu.
Sıkıntılı Günler
Hocaefendi, Edirne'nin içinde bir başına ve parasızdı. Çoğu günler aç uyuyor, aç uyanıyordu. Eli açık, yardımsever ve sosyal hizmetlere de düşkün olduğu için parasını çabuk tüketiyordu. Bazen ekmek alacak parası bile kalmıyordu. Yine çok aç kaldığı, hatta üst üste iki üç gün yemek yemediği dönemlerden birinde abdest almak için caminin şadırvanına doğru yürüyordu. Hafif bir yağmur yağıyordu. Başını önüne eğince ayağının ucunda madeni bir beş liralık gördü. Hemen aldı, namazdan sonra gidip karnını doyurdu. Maaş alıncaya kadar bu parayı kullandı. İlk maaşını aldığında yanına beş liralık daha ekleyerek on lirayı bir fakire sadaka olarak verdi...
Bir gün yine ağzına koyacak tek lokma yoktu. Günlerdir açtı ve bayram namazına çıkacaktı. Yiyebileceği tek şey kavanozun dibinde kalmış bir parmak baldı.. Açlığını yatıştırır zannıyla kavanozun dibinde bulunan bir parça balı parmağıyla alıp ağzına götürdü. Fakat, aç karnına aldığı bal onda bulantı yaptı. Kürsüde o kadar şiddetli sancılandı ki, bayılıp kaldı...
“Maddeten çok ciddi zorluklara düştüğüm dönemler de oldu. İmamlık yaptığım bir dönem, kendimi hazırladım ve yemeklerimi bir öğüne indirdim. Belki iki sene öyle devam ettim. Kimseye el açmamak, kimseden bir şey kabul etmemek... Bu, benim medeni hayatımdaki kararlarıma da belli ölçüde tesir etti. Bir şey kabul etmeme disiplini, ruhumda çok hâkimdir. O dönem de böyleydi.”
Şiddetli Nefis Terbiyesi
Hatem Hoca Erzurum'dan Hocaefendi’yi ziyarete gelmişti. Üç Şerefeli Cami'nin bahçesinde oturup konuşurken, Hayriye Hanım, sahanda pişmiş yumurtayla çıkageldi.
Hocaefendi, yumurtayı Hayriye Hanım'ın elinden alıp bir kenara bıraktı. Fakat, Hatem Hoca'nın karnı çok açtı. Yemeğe çağırılmayı bekliyordu. Biraz sonra dayanamayarak:
-Şu yumurtaları soğutmadan yesek, dedi.
Hocaefendi, bir an durdu ve: -Sen biraz ye. Hepsini bitirme. O yumurta bana lazım, dedi.
Hatem Hoca yemeye başladı. Hocaefendi’yi de çağırdı, hatta ısrar etti fakat o gelmedi. Hatem Hoca, bu olayın gerisini şöyle anlatıyor:
“Yumurtanın birazını yedikten sonra çekildim. O yemedi. Tam üç gün boyunca Fethullah Hoca bu yumurtayı ocağa koydu, yumurta ısınıp kokmaya başlayınca bahçenin bir kenarına çekildi ve biraz sonra yumurtayı ocaktan alıp tekrar sakladı. Bu üç günlük zaman zarfında ağzına bir lokma bile almadı. Anladım ki, yumurtayı ısıtıp koklamakla nefsini terbiye ediyor!”
Hocaefendi, o günlerde kendisini bütünüyle ibadete verdi. Dışarıya çok az çıktı. Az yedi, az uyudu. Bazen bir hafta boyu bir şey yemediği oldu. Hayvani gıda almamaya dikkat etti. Bazı geceler bir saatten fazla uyumadı...
Fakat, bu derece şiddetli riyazet, Hocaefendi’nin bünyesini sarstı. Hele üç defa üst üste aç kalmaya bünyesi daha fazla tahammül edemedi. Rahatsızlanınca hastaneye yatırıldı. 15 gün kadar hastanede kaldı. O esnada babasının da rahatsız olduğunu haber aldı. Bu da kendisinde ayrıca bir hüzün oldu. O günlerde yazdığı şiirlerin hepsini bir defterde topladı. Ayrıca, Hocaefendi, Edirne’deyken babasından gelen mektupta şu satırları okuyordu: “Benim için Yakub’un evlatları gibi oldunuz.” Ramiz Hoca, mektubunda Hazreti Yakub’un çektiği evlat hasretini hatırlatıyordu.
Hocaefendi, hastaneden çıktıktan sonra Üç Şerefeli Camii'nin penceresine tekrar yerleşti.