Hizmet’i Bitirmeye Çalışanların Hayal Kırıklığı
28 Şubat sürecinin rüzgârını arkalarına alıp Hocaefendi’yi bitirmeye yönelen gruplar bir kere daha hayal kırıklığına uğrayacaklardı…
Dava Süreci
Ali Kırca’nın ATV televizyonunda 18 Haziran 1999 akşamı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eski konuşmalarından oluşan montajlanmış bir kaseti yayınlamasından sonra başlayan fırtına ve yargısız infaz çılgınlığının üzerinden iki hafta kadar bir zaman geçmişti.
ABD’nin Boston şehrinde bulunan ve dünyanın en prestijli üniversitelerinden biri kabul edilen Harvard Üniversitesi’nde Türkiye uzmanlığıyla tanınan 60 yaşlarındaki Amerikalı uluslararası ilişkiler profesörü Lenore Martin Türkiye’ye geldi. Profesör Martin, Kırca’nın yayınladığı kasetle Türkiye’de Hocaefendi’nin ismi etrafında alevlenmiş olan tartışmanın gerçek boyutunu öğrenmek üzere Türkiye’deydi.
Amerikalı kadın profesör, ilk olarak Hürriyet ve Sabah gazetelerini ziyaret etti. Her iki gazetede de yöneticilerle ve yazarlarla görüştü. Üçüncü randevusu Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdullah Aymaz’laydı.
Martin ile Aymaz İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda Four Seasons Otel’de buluştular. Profesör Martin: “ ‘Eğitim faaliyetleri gibi şeyler güzel de Fethullah Gülen devleti ele geçirecekmiş. Kasetlerdeki konuşmaları da bunu gösteriyor’ diyorlar. Sabah gazetesindeki bir yazar bana bunları söyledi” dedi.
Abdullah Aymaz, Martin’e kaset olayı öncesinde Anadolu Üniversitesi’nin yaptığı bir anketin sonuçlarından söz etti. Bu ankete göre Türk halkının yüzde 86’sı Fethullah Gülen hareketine olumlu bakıyordu. Aymaz, “Hürriyet gazetesinin kaset olayından sonra yayınladığı bir araştırmada da benzer bir sonuç çıktı” dedi. Profesör Martin, dikkatle dinliyordu.
Aymaz’ın anlatımına göre, bu anket sonuçlarının sebebi, Türk halkının yıllardır vaaz kasetleri televizyonda yayınlanan Hocaefendi’yi yakından tanıma şansı elde etmiş olmasıydı. Öte yandan halkın önemli bir kesiminin çocukları Hocaefendi’nin açılmasına öncülük ettiği okullarda okuyor ya da aynı şekilde açılan yurtlarda kalıyordu. Bu anket sonuçlarını sağlayan bir diğer faktör Hocaefendi’nin nasıl bir İslam anlayışını temsil ettiğinin, 14 yıldır muhafazakâr kulvarın en etkili gazetesi olan Zaman tarafından topluma yansıtılıyor olmasıydı. 1986’da birkaç bin tirajla yayın hayatına başlayan Zaman, 1990’lı yıllarda ortalama 500.000 tirajıyla Ankara’da bütün devlet kurumlarının da yayınlarını dikkate aldığı bir gazeteydi. Diğer taraftan Samanyolu televizyonu, Hocaefendi’nin 1989-91 döneminde verdiği vaazları 1995’ten beri yayınlıyordu.
Aymaz’ın bu anlatımları Amerikalı Profesör için yeni bilgilerdi. Aymaz’ı dikkatle dinlemeyi sürdürüp not alıyordu.
Düğmeye Bastıran Senaryo
Amerikalı profesör, Aymaz’a:
“Tamam ama, Gülen’e karşı olanlar neden ona bu kadar düşman?” diye sordu bu sefer. Abdullah Aymaz:
“Düğmeye basanlara göre Gülen’in üç tane suçu varmış. Bana bunu, düğmeye basanlarla teması olan bir gazeteci anlattı” dedi. Amerikalı profesör heyecanlanmıştı. Aymaz’ı daha bir dikkatli dinlemeye başladı. Aymaz konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Düğmeye basanlara göre Gülen’in birinci suçu, 1996’da Fener Rum Patriği Bartholomeos’la görüşmesiymiş. ‘Gülen, Bartholomeos’la görüşünce Lozan Antlaşması’nı çiğnedi’ diyorlar. ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılı ülkelerce tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması’na göre İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi küçük bir kilise haline dönüşmüşken ve Patrik Bartholomeos sadece İstanbul’daki Rumların dini liderleriyken; Gülen, Patrik’le görüşünce bu kişi, 300 milyonluk Ortodoks dünyanın dini lideri haline geldi, yani ekümenik oldu’ diyorlar. Düğmeye basanlara göre Gülen’in ikinci suçu 1998’de Papa’yla görüşmesiymiş. ‘Kendini ne zannedip, hangi hakla Papa’yla görüştü, kendisini İslam dünyasının halifesi olarak mı göstermek istiyor?” diyorlar. Gülen’in üçüncü suçu, Amerika’yı desteklemesiymiş. Gülen’in gazeteci Nevval Sevindi’ye 1997’de New York’ta verdiği röportajda, ‘Dünyanın bir kaptanı olur. Bir zamanlar Osmanlı’ydı. Şimdi Amerika’ demesini buna sebep gösteriyorlar.”
Aymaz’ın anlatımına göre düğmeye basanlar, Hocaefendi’ye karşı ittifak kurmuş birkaç devrimci, sol ve ulusalcı gruptu. Bunların devletin çeşitli kurumlarında destekçileri vardı. Durum böyleyken, “Düğmeye devlet bastı” iddiasıyla Türk halkını yanıltıyorlardı. Çünkü Hocaefendi’nin Patrik Bartolomeos’la görüşmesine dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Papa’yla görüşmesine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit açık destek vermişti. Amerikancılık suçlaması ise, yıllardan beri Türkiye’deki bu devrimci grupların hemen hemen bütün iktidarlara ve NATO üyeliğinden dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelttiği bir suçlamaydı.
Profesör Martin, Aymaz’ın bu anlatımlarını not ettikten sonra şu soruyu yöneltti: “Konuştuğum diğer gazetelerin mensupları, Gülen’in okul faaliyetlerini takdir ediyorlar. Gülen Türkiye’nin eğitim meselesini büyük ölçüde çözmüş. Ama Türkiye’de sağlık da çok önemli bir problem. Neden bu alanda bir şeyler yapmıyor?”
Aymaz, Hocaefendi’nin toplumun sağlık sorunlarına çözümler üretilmesini de teşvik ettiğini, nitekim onun bu tavsiyeleri doğrultusunda İstanbul, Ankara, İzmir, Konya ve Erzurum gibi illerde hastaneler açıldığını anlattı. Profesör Martin’in bir başka sorusu ise şöyleydi: “Peki Gülen’in Türkiye’deki konut problemini çözmek için bir projesi var mı?” Aymaz’ın cevabı “Hayır” oldu. Çünkü öncelikle ülkenin ve dünyanın çok ihtiyaç duyduğu ‘samimi insan yokluğu’ problemini çözmekti.
Aymaz’ın deyimiyle Hocaefendi’ye karşı bu şekilde düğmeye basılmasından, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Hocaefendi aleyhindeki davayı açtığı 31 Ağustos 2000 tarihine kadar geçen 14 aylık sürede, âdeta bu dava için hazırlık yapıldı. Bu sürede Türk medyasında Hocaefendi aleyhine çıkan haber sayısında bir patlama meydana geldi. Örneğin, bağımsız bir araştırma kuruluşu, 1990’dan Hizmet’i linç furyasının başlayacağı yıla kadar, 8 yıl boyunca bütün Türk medyasında Hocaefendi aleyhine çıkan haber sayısının sadece 217 olduğunu tespit ederken, 1998-2000 arasındaki üç yıl içinde bu sayının 2.903’e çıktığını gözler önüne sererek aslında bunun ‘Hizmet’i bitirmek için dava öncesinde yapılan sistemli bir çalışma olduğunu açıkça gösteriyordu.
Savcı Yüksel’in davayı açtığı tarihe kadar gerek aleyhine yayımlanan kitaplar gerekse gazete, dergi ve televizyonlarla Hocaefendi “Cumhuriyet düşmanı” olarak gösterilmek istendi. Marjinal bir kesime göre Hocaefendi, dindar olduğu halde solcusundan sağcısına, inançlısından ateistine kadar toplumun her kesimini kucakladığı için tehlikeliydi.
Genelkurmay’ın Dava Karşısındaki Tavrı
Hocaefendi’nin soruşturmasını yapan Savcı Yüksel’in en büyük hedefi, elde edeceği bir tutuklama kararını yürürlüğe koymak ve Hocaefendi’nin kamuoyu nezdindeki prestijini sarsmaktı. Nitekim 3 Ağustos 2000 günü, Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne başvurup Hocaefendi’nin gıyaben tutuklanmasını istedi.
Bu gibi başvuruları “yedek hâkim” denilen mahkeme üyeleri karara bağlıyordu. Yedek Hakim Ramazan Aksan, bu talebi 7 Ağustos 2000 günü reddetti. Yüksel, ertesi gün Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi nezdinde itirazda bulundu. Başkan Hüseyin Eken ve üyeler Yunus Karabıyıkoğlu ile Mehmet Maraş’tan oluşan üç kişilik DGM heyeti, 11 Ağustos 2000 günü Yüksel’in talebini kabul etti ve Hocaefendi hakkında gıyabi tutuklama kararı verdi.
Hocaefendi’nin avukatları bu karara 16 Ağustos günü itiraz ettiler. İtirazı üç kişilik Ankara 1 No’lu DGM Heyeti karara bağlayacaktı. 1 No’lu DGM Başkanı Orhan Karadeniz ve mahkeme üyesi Süreyya Gönül, adli tatil sebebiyle izindeydiler. Ankara’da sadece mahkemenin diğer üyesi İsmail Tiryaki vardı. Mahkemenin karar verebilmesi için üç kişilik heyetin oluşması gerekiyordu. Heyet oluşmayınca, kanunlardaki prosedür gereği itirazı en yakın DGM olan İstanbul DGM karara bağlayacaktı. Hâkim İsmail Tiryaki bu sebeple Hocaefendi’nin dosyasını İstanbul DGM’ye gönderdi.
İstanbul dışından gelen bu türden dosyalara bakma yetkisi İstanbul 2 No’lu DGM’ye aitti. Mahkeme itirazı görüşmeden önce, İstanbul DGM Başsavcılığı’ndan görüş istedi. Savcı, “Tutuklama kararı doğru değildir” görüşünü belirtti. İstanbul 2 No’lu DGM, kararını 28 Ağustos 2000 günü verdi. Mahkeme Başkan Şerafettin İste ve üyeler Abdurrahman Polat, Erkan Canak’tan oluşan üç kişilik heyetin kararı Hocaefendi lehineydi. Böylece tutuklama kararı kalktı.
Savcı Yüksel, üç gün sonra, 31 Ağustos günü soruşturmayı bitirip Fethullah Gülen davasını açtı. Yüksel’in Hocaefendi hakkında 10 yıla kadar hapis cezası istediği davaya Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi bakacaktı.
Nuh Mete Yüksel’in Hocaefendi aleyhine davayı açmasından sadece iki ay sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun, dört büyük gazetenin Ankara temsilcisini MİT’in Ankara’daki merkezine çağırıp röportaj verdi. MİT müsteşarı şöyle diyordu: “Muhtelif hesaplamalara göre Türkiye’deki şeriat isteyen kişilerin oranı yüzde 5-8 arasında. Türkiye’de bir şeriat devleti kurulmasının başarı şansı yüzde sıfır.”
Müsteşarın bu sözleri o dönemde Hürriyet gazetesi Ankara temsilcisi olan Sedat Ergin’in 28 Kasım 2000 tarihli köşesinde yer aldı.
2000 yılı itibariyle devletin istihbarat organı, “Türkiye’de bir din devleti kurulması ihtimali yüzde sıfır” diyordu. Türkiye’nin önde gelen birkaç üniversitesinden biri olan Bilkent’te Fethullah Gülen araştırması, “Fethullah Gülen’in görüşleri Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine destek veriyor” sonucunu vermişti. Boğaziçi’ndeki tez aynı sonucu vermişti.
Demek ki, üniversite ve istihbaratın bulguları ile Savcı Yüksel’in iddiaları örtüşmüyordu.
Ayrıca, bir üst düzey istihbarat yöneticisi, Ankara’da görüştüğü gazetecilere şunları söylüyordu:
“Fethullah Gülen grubu Doğu’da, Güneydoğu’da köy köy dolaşıp insanlara kurban eti veriyor, insanların sağlık sorunlarıyla ilgileniyor. Terör sorunu böyle çözülür. Ne Fethullah Gülen’in aleyhinde olmaya ne de onun samimiyetini sorgulamaya hakkımız var.”
Savcı Yüksel, Fethullah Gülen davasının başladığı Ankara 2 No’lu DGM’de ilk duruşmanın yapıldığı 16 Ekim 2000 gününden 21 Ekim 2002 tarihine kadar yapılan 14 duruşma boyunca tam sekiz duruşmada Hocaefendi’nin tutuklanmasını istedi. Ama bu talepler yargılamayı yapan Ankara DGM tarafından kabul edilmedi.
Yüksel davanın sonlarına doğru son çare olarak, Hocaefendi aleyhine bazı belgeler almak umuduyla Genelkurmay Başkanlığı’na başvurdu. Ancak Genelkurmay, Hocaefendi davasına doğrudan taraf olmadı. Nitekim Genelkurmay’ın bu tutumu, Hocaefendi için verilen beraat kararının ana gerekçelerinden biri oldu.
Genelkurmay, Hocaefendi karşıtı devrimci grupların bütün baskılarına rağmen, dava boyunca “hukuk çizgisi” içinde kalmaya özen gösterdi. Savcı Nuh Mete Yüksel’in davayı açarken dosyaya, Genelkurmay raporu diye koyduğu birkaç sayfalık bir dokümanda, bunların Genelkurmay belgeleri olduğunu gösteren herhangi bir resmi yazı, imza ve mühür yoktu. Dava dosyasının altıncı klasöründe “Genelkurmay Başkanlığı’nın Raporu ve Belgeler” şeklinde yer alan bu dokümanların resmi belgeler olduğunu gösteren sayı numarası, imza gibi işaretler olmadığı sürece, bunun mahkeme nezdinde bir kıymeti yoktu. Normalde savcının bu belgeleri resmi bir yazışmayla Genelkurmay’dan alması gerekiyordu. O yüzden bu dokümanlar için Savcı Yüksel, “50 sayfadan ibaret Fethullah Gülen Grubu hakkında bilgi notu” diyordu. Savcı Yüksel’in “Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu ve Belgeleri” olarak dosyaya koyduğu yazılar da aynı şekildeydi. Bu yazılar, mahkemedeki resmi usullere göre Jandarma Genel Komutanlığı’ndan alınmış değildi.
Bunun üzerine Hocaefendi’nin avukatları duruşmada, “Bu raporu kabul etmiyoruz. Raporun Genelkurmay’a ait olup olmadığı, mahkeme tarafından Genelkurmay’a yazılı olarak sorulsun” talebinde bulundular. İşte o anda ilginç bir şey oldu. Mahkeme, avukatların bu talebini reddetti. Mahkemenin bu kararı, bu raporun davada delil olarak kullanılamayacağını ortaya koydu. Batılı hukuk sistemlerinde böyle bir durumda bu türden bir belge için “dosyadan çıkarma” kararı veriliyordu. Türk hukuk sisteminde dosyadan çıkarma prosedürü bulunmamasına rağmen söz konusu belge mahkemece dikkate alınmadığından aynı sonuç doğmuş oluyordu.
Böylece, Savcı Nuh Mete Yüksel’in “Genelkurmay raporudur” diye dosyaya koyduğu bu belgeyi kimden nasıl aldığı anlaşılamadı. Yüksel, davanın sonlarına doğru bu sefer resmi birkaç Genelkurmay yazısı elde ederek Hocaefendi için son vuruşunu yapmanın peşindeydi. Sonunda Yüksel, 1 Temmuz 2002 tarihli duruşmada, mahkemeye bir kitapçık sunarak, bunun Genelkurmay belgesi olduğunu öne sürdü. Yüksel, “Terörizm, PKK, DHKP/C ve İrticai Örgütlerin Avrupa’daki Faaliyetleri” adını taşıyan bu kitapçığı mahkemeye sunarken, “Kitapçık Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılmıştır ve Fethullah Gülen aleyhinde delil olacaktır” diyordu.
Kitapçık, radikal ve ayrılıkçı bazı grupların Avrupa ülkelerindeki faaliyetleriyle ilgili birtakım istihbarat bilgiler içeriyordu ve kitapçıkta “Fethullah Gülen Grubu” başlığıyla Hocaefendi’den de birkaç cümleyle söz ediyordu. Hocaefendi’nin avukatları bu kitapçığa da itiraz ettiler ve mahkemenin Genelkurmay’a bu kitapçığın ne amaçla hazırlandığını sormasını istediler. Mahkeme bu sefer avukatların talebini kabul etti ve kitapçığı Genelkurmay’a sordu. Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşaviri Tümgeneral Erdal Şenel’in imzasıyla mahkemeye gönderilen 4 Ekim 2002 tarihli cevapta şöyle deniliyordu: “PKK, DHKP/C ve İrticai Terör Örgütlerinin Avrupa’daki Faaliyetleri başlıklı kitap, istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgiler çerçevesine bir karargâh çalışması olarak oluşturulmuştur.”
Yazıdan çıkan sonuç şuydu: Genelkurmay, Fethullah Gülen hakkında açılacak bir davada kullanılsın diye böyle bir kitapçık hazırlamış değildi. Karargâh çalışması, resmi görüş ifade etmeyen, henüz kesinlik kazanmamış ham bilgilerden oluşan iç çalışma taslağıydı. Yani Genelkurmay Basımevi’nde basılmış bir kitap söz konusu değildi. Zaten kitapçıkta “Fethullah Gülen grubu” denilerek yer verilen birkaç cümlenin davanın özüyle bir ilgisi yoktu.
Böylece bu kitapçığın da davada hukuki bir değeri yoktu. Savcı Yüksel’in Genelkurmay kitapçığında “Fethullah Gülen grubu” denilmesine rağmen, mahkemeye sunuş yaparken bunu “Fethullah Gülen örgütü”ne çevirmesi de sonuç vermedi. Savcı Yüksel aynı taktiği Emniyet Genel Müdürlüğü’nün mahkemeye gönderdiği yazılarda da uyguladı. Emniyet yazılarında da Hocaefendi’den “Fethullah Gülen grubu” diye söz edilmesine rağmen Savcı Yüksel, eline ulaşan bu Emniyet yazılarını dosyaya koyarken üzerlerine “Fethullah Gülen örgütü” kaydını düşüyordu.
Genelkurmay’ın Reddettiği Rapor
Nuh Mete Yüksel’in bu girişimlerine rağmen, davaya doğrudan karışmayan Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin başladığı 1997 yılından, Nuh Mete Yüksel’in davayı açtığı 2000 yılı Ağustos ayına kadar Hocaefendi hakkında çeşitli suçlamalara yer veren onlarca raporunu da hiçbir zaman sahiplenmedi.
Nuh Mete Yüksel’in de davada kullandığı bu raporlardan bir tanesi var ki, Peygamber Efendimiz (sav)’e ağır hakaretler içeriyordu. 1998 yılı Mart ayında Ankara’da elden ele dolaşan ve “Fethullah Gülen; Dünü, Bugünü, Hedefi” başlığını taşıyan 18 sayfalık bu raporun son iki sayfasında, Peygamber Efendimiz (sav) için, “1400 yıl önce yaşamış ve Allah’la konuştuğunu iddia eden bir hikâyeci” deniliyordu. Rapora göre, İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (sav)’in ölümünden sonra yandaşlarınca toplanan ve kutsallık atfedilen bu hikâyelerden ibaretti. Raporun 16 sayfalık kısmında ise Fethullah Gülen Hocaefendi ele alınıyordu. Hocaefendi’ye de “akıl hastası” gibi ağır hakaretler vardı. Raporun Genelkurmay karargâhında irticai faaliyetleri izlemekle görevlendirilen Batı Çalışma Grubu adlı birimce hazırlandığı iddia ediliyordu. (Sabah, 21-25 Haziran 1999; Yeni S¸afak 25 Haziran 1999)
Durum vahimdi. Eğer bu rapor doğruysa, devlet organları Fethullah Gülen Hocaefendi üzerinden İslam’a savaş açmış demekti. Ancak, Genelkurmay Başkanlığı 25 Haziran 1999 günü yazılı bir açıklama yaptı. Genelkurmay, “TSK’yı din düşmanı gibi göstermeye çalışan bu uydurma rapor, ahlak değerlerinden yoksun ve seviyesiz kişilerin işidir. Basın ve yayın kuruluşlarında tamamı veya alıntıları yayımlanan raporların hiçbiri Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından hazırlanmadı ve televizyonlara hiçbir kaset verilmedi” diyordu.
Peki, raporu Milli Güvenlik Kurulu’nun bazı elemanları hazırlamış olabilir miydi? Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de aynı gün bir açıklama yaparak, “Raporun gerçekle ilgisi yoktur ve halkın dini duygularını tahrik etmeye yöneliktir” dedi.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şuydu: Genelkurmay, daha davanın açılmasından 14 ay önce, büyük medyada istihbarat raporu adı altında yer alan dökümanları ve stüdyo ortamlarında yeniden üretilip çoğaltıldıkları anlaşılan kasetleri sahiplenmedi. Doğal olarak bu durum, 28 Şubat süreciyle etkinliği artmış olan Genelkurmay’ın rüzgârını arkalarına alıp Hocaefendi’yi bitirmeye yönelen grupları hayal kırıklığına uğrattı.
Tarih dün Hizmet’e yapılan zulümleri kaydettiği ve bugün bütün teferruatıyla ortaya koyduğu gibi… Aynı şekilde ve daha ayrıntılı olarak bugün de kaydediyor ve yarının nesli önüne bütün açıklığıyla ortaya koyacak…
Devam edecek…