Samimi İnsanların Alınteri
“Değirmenin Suyu Nereden Geliyor?”
23 Aralık 1997’te Devlet Bakanı Işılay Saygın ve Zaman gazetesinin imtiyaz sahibi Alaattin Kaya’nın Orgeneral Çevik Bir’le görüşmesinin ardından, Fethullah Gülen Hocaefendi, Bir’e bir mektup yazıp, okulların samimi Anadolu insanının alınteriyle kurulduğunu açıkça ifade etti. Buna rağmen, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, 27 Mart 1998’de İstanbul’da sivil kıyafetle katıldığı Robert Koleji Mezunları Derneği’nin gecesinde yaptığı konuşmada, Hocaefendi’nin teşvikiyle açılan okulları kastederek şunları söylüyordu:
“Bunların okullarına tahsis ettikleri paralar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın önümüzdeki on sene için eğitime tahsis ettiği paranın üzerinde. Değirmenin suyu nereden geliyor?”
“Değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu soranların bir bölümü, petrol zengini bazı İslam ülkelerinin de bu faaliyetlere destek verdiği kuşkusunu dile getiriyordu. Ama Orgeneral Bir’in Robert Koleji mezunlarına yaptığı bu konuşmadan üç ay sonra, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir Milli Güvenlik Kurulu raporunda şöyle deniliyordu: “Suudi Arabistan Fralı Fahd, 1997 yılı ramazan ayı içerisinde yardım teklif etti. Gülen bunu kabul etmedi.”
“Değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusuna muhatap olanlardan biri de Hocaefendi’yi tanıyan Kasım Gülek’ti. Bir gün yabancı bir diplomat, Hocaefendi’nin öncülük ettiği faaliyetlerin nasıl finanse edildiğini sorunca Gülek, kendi ailesinden örnek verdi. Eşi Nilüfer Gülek, İstanbul’daki 70 dönümlük arazisini Fatih Üniversitesi’ne bağışlamıştı.
Hizmet Değirmenin Suyu Nereden?
Hizmet değirmeni fedakâr Anadolu insanının fedakârlıklarıyla dönüyordu. Milli mücadele ruhuyla vatan sathını aşıp dünya çapında eğitim seferberliğine adanmış Anadolu insanının esnafı, işçisi, memuru, ev hanımı, öğrencisi ve bütün fertlerinin himmetleri ve gayretleriyle işliyordu Hizmet değirmeni. Bu maddi manevi destek arasında zenginlerin ortaya koydukları kadar orta halli veya fakirlerin de ciddi katkıları vardı.
Asr-ı Saadette sahabelerin canları ve mallarıyla nasıl fedakârlıkta bulunduğunu bilmeyenler Hizmet hareketine gönül verenleri de anlamakta zorluk çekiyorlardı. Ya da hayatı sadece bir menfaat dünyası olarak algılayanların, başkası için yaşamanın ne demek olduğunu anlamaları mümkün değildi. Bu yüzden sürekli ‘Değirmenin suyu nereden geliyor?’ gibi sorularla milletin zihninde şüpheler oluşturmaya çalışıyorlardı.
Bunda başarılı olamayınca bu sefer samimi Hizmet gönüllülerini dünyaya ‘terörist’ diye inandırmaya çalıştılar. Fakat, dünya insanlığı elbette ki sürü psikolojisiyle hareket edecek değildi ve ülkelerinin istihbarat servisleri yıllardan beri zaten bu hareketi yakından takip ediyordu. Bu plan da tutmayınca, düzmece bir darbeyle insanlığın huzur ve barışına kendilerini adamış sevdalıları bir soykırımla yok etme; mallarına, okullarına, işlerine… el koyma peşine düştüler.
Değirmenin Suyu Milletin Gönlünden
Fethullah Gülen Hocaefendi, Hizmet hareketinin bütün faaliyetlerinin finans kaynağının samimi Hizmet insanlarının himmetleri olduğunu, yabancılardan asla hiçbir şey kabul edilmediğini farklı zamanlarda çeşitli vesilelerle defalarca anlattı:
“Bu uğurda şu ana kadar yapılan fedakârlıkları görmezden gelerek, yer yer ‘Bu değirmenin suyu nereden?’ diyen insanlar çıkmıştır. Hâlbuki onlar da biliyor ki, ‘bu değirmenin suyu’ Allah’ın izniyle yoklukta varlık cilvesi gösteren milletimizin ruhundan fışkırmaktadır. Zaten bu, şu ana kadar bu milletin çizmiş olduğu tek destan da değildir. Zevsler, Apollolar, Heraklitler… yalanın engin üstûreleri içinde yaşayadursunlar, bu millet asırlardan beri hayata nice destanlar geçirmiştir. Şimdi de, üç asırdır rüyaları görülen bir ‘gaye-i hayal’i, öncekilere denk bir şekilde tekrar gerçekleştirme cehdini göstermektedir Allah’ın izniyle. Böyle bir rüyayı gerçekleştirmede hiç kimsenin de dünya adına herhangi bir beklentisi yoktur. Değil dünya adına bir beklentinin olması, bu mefkûre uğruna uhrevî füyûzât hislerini dahi feda etmeye âmâde olduklarını, onlar defaatle ifade etmişlerdir. Seyyid Nigârî’nin ifadesiyle, ‘Girdik reh-i sevdaya cünûnuz, bize namus lâzım değil.’ deyip yola koyulmuş, hatta bu mevzuda, hiç kimsenin kulak ardı edemeyeceği vilâyete dahi hâhiş duymamışlardır. Mevlâna anlayışıyla, aşkı da şevki de Muhammedî tasmayı boyunlarına takmakla elde etmeye karar kılmışlardır...” (Prizma-3, 2002)
“Sürekli ‘Değirmenin suyu nereden geliyor?’ gibi sorularla milletin zihninde şüpheler hasıl etmeye çalıştılar. Oysa herkes biliyordu ki; bu hizmetler İstiklal Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleriydi ve kaynağı da onların yürekleriydi. Türkiye’nin bütün köy, kasaba, ilçe ve illerindeki hayırsever insanların desteği vardı bu okulların arkasında. Ülkemizin en gözde üniversitelerinden mezun olarak burs miktarı bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alınteri vardı.
Aslında, yurtdışındaki bir okulun öğretmenlerinin, devlet yardımı olarak verilen patatesle altı ay yaşadığını bu soruların sahipleri de biliyorlardı. Belki onlar, o patatesi pişiren aşçının kendi yemeğini evinden getirdiğini de biliyorlardı!.. Parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalanlardan, düğününü yapar yapmaz gerdeğe girmeden okuluna koşan, destanlara malzeme teşkil edecek Anadolu’nun yağız delikanlılarından onlar da haberdardı.
Kaldı ki, devletin istihbarat organları böylesine göz önünde ve sayıları yüzleri aşan eğitim kurumu adına bir başka yerden gelme para iddiaları için bugüne kadar tek bir belgeye, ya da örneğe ulaşamamıştı. Çünkü milletin helal katkılarından başka herhangi bir kaynak yoktu.. değirmen fedakârlık, alınteri, gözyaşı ve fedakâr Anadolu esnafının hayır duygusuyla dönüyordu.
Dünyanın değişik yerlerinde konuyla ilgili yapılan ilmî çalışmalara şöyle bir göz atılırsa, sosyal ve siyasal bilimcilerin şu kanaatte birleştiği görülecektir: Bu ‘Gönüllüler Hareketi’, hiçbir dış güce bağlı olmayan bir sivil toplum hareketidir.
Evet, yerli birkaç kurumu ya da yabancı bir devleti arkasına almadan bir şey yapmaktan aciz olanlar, halkın teveccühünden ve Allah’ın inayetinden başka hiçbir güce dayanmayan bu gönüllüler hareketini anlamakta zorlanabilir. Almadan vermesini bilmeyenler, başta kendi milleti olmak üzere tüm insanlığa hizmet için fedâkarlık yapma duygusunu idrak edemeyebilir. Fakat görülen o ki; benim sadece müşevviki bulunduğum bu gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu pınarını istedikleri yöne akıtamayanlar kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışıyor.” (Kırık Testi, 12.08.2002)
Hizmetin Arkasındaki Dinamizm
“Beklentisizlik hali ve fedakârlık anlayışı, işi son nefesimize kadar ihlas ve samimiyetle götürebilmek adına çok önemli ve hayatî dinamiklerdir. Ehl-i dünya (ve bugün dilsiz şeytanı oynayan hasetçiler, zalimler, münafıklar…) bu dinamikleri bilmediğinden dolayı meseleyi sadece maddeye, paraya hamlediyor ve ortaya çıkan neticeyi bununla anlamaya çalışıyorlar. Hâlbuki fedakârlık ve beklentisizlik öyle bir değerdir ki, maddî ölçüler içinde onun karşılığını bulabilmek mümkün değildir. Evet, gönüllüler hareketini hazmedemeyen, çekemeyen bir kısım ehl-i dünya, ‘Bu işin arkasında şu kadar sermaye, bu kadar sermaye olmalı, yoksa bu çarkın dönmesi mümkün değil!’ anlayışıyla meseleyi yorumluyorlar. Çünkü onlar, adanmışlık ve fedakârlığın neye tekabül ettiğini bilmiyorlar. Almadan vermenin ne demek olduğundan habersizler. Her şeyin rıza istikametinde birer yatırım halinde ortaya konulduğunun ve böylece Cenab-ı Hakk’ın azları çok, birleri bin ettiğinin farkında değiller. Evet, bu dinamikler cennetler kıymetinde bir değere tekabül etmekte; sonsuz kudret ve rahmet sahibi Zât da ona göre bir mükâfat ve semere vermektedir.” (Kırık Testi, 11 Ekim 2010)
“Milletin himmetini ve Allah’ın inayetini bilmiyorlar. Milli mücadeleyi nasıl yorumluyorlar bilemiyorum. O millet kağnı arabalarıyla, öküzü ölünce kadın boyunduruğa koşuluyor ve taşıyor onu. Bu milletin azmini, cehdini, bu milleti kendi değerleriyle, heyecanıyla, ufkuyla hiç tanıyamamışlar. Bu millette yeniden öyle bir hareket ruhu, kendi ruh köküne yeniden ulaşmak üzere öyle bir hareket ruhu meydana gelmişse onu anlamaları çok zor. Bize düşen şey, onu anlatmak…göstermek. Himmet yapanları görün; o zaman göreceksiniz ki bu adamlardan bu çıkar. Bundan sonra bir taraftan hizmet ederken bir diğer taraftan da bu hizmetin nasıl yürüdüğünü, hangi raylar üzerinde yürüdüğünü, hangi dinamoyla yürüdüğünü anlatmamız lazım.
Milletimizi bu ruhuyla tanıyamamış nadanlar bu hizmetin arkasındaki dinamizmi bilemezler, anlayamazlar.”
Hizmet, Milletin Fedakârlıklarıyla Devam Ediyor
“Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu parça parça başlamış, bir yerde, iki yerde, üç yerde başlamış, Türkiye’nin içinde, Türkiye’nin dışında. Sonra dünyanın değişik yerlerine yayılmış bir eğitim faaliyeti. O öğretmen arkadaşlar Türkiye’de bazı zenginlerin, bazı vakıf ve derneklerin desteğini alarak gitmişler oraya. Oraya gitmişler ama ciddi mağduriyetler yaşamışlar. Her zaman Aydın Bolak abi gözleri dolarak anlatırdı; eksi altmış derece bir ülkede bu arkadaşlar çok defa maaş da alamadan hizmet veriyorlar. Kafası karıştırılan insanlar oturdukları yerde ahkam kesiyorlar; değirmenin suyu nereden? Bana da birisi öyle dedi; bu değirmenin suyu nereden? Bir zaman milli mücadelede bir tarafta öküz, bir tarafta kadın cephane taşıyordu. O nasıl bir güçtü? Ve Allah’ın izniyle, inayetiyle milletin istiklaliyle sonuçlandı o. Dört bir yanda ülkemiz işgal edildiği bir dönemde bu sadece askerin yapacağı iş değildi, millet dört bir yanda öldü ve biz cephelere mekteplerdeki talebeleri döktük. Milletin savaşıydı, ölüm kalım savaşıydı. Elbette toprağı, ülkesi, ülküsü, dini, diyaneti, haysiyeti, namusu için ölecekti. Şerefle öldü ve şehit oldular. Millet istiklal mücadelesinde nasıl döküldü, saçıldı, evindeki kabı kacağı götürdü eritti kasatura yaptırdı, silah yaptırdı; aynen bu dönemde de ‘medenilere galebe ikna iledir’ demiş ve ‘biz ancak eğitimle öğretimle insanların seviyesini yükseltiriz, kavganın önünü de ancak bu yolla alabiliriz’ demiş, dünyanın dört bir yanında gitmiş okul açmışlar bu insanlar. Değirmenin suyu da o. Milleti bir dönemde yeniden bir kere daha istiklalini ona kazandıran güç neyse günümüzde de bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç Allah’ın inayet ve keremiyle odur.
Çok defa ben onlardan dinledim ve gözlerim doldu her defasında. Bu arkadaşlar dünyanın dört bir yanına gittiler, üç ay dört ay maaş alamadıkları oldu. Rekabet hissiyle başkaları da resmi - gayri resmi bu işi yapmaya kalkanlar oldu. Biz de yapalım, yapabiliriz bu işi’ dediler. Fakat oraya gidecek insanlar iki bin - üç bin dolar para istediler. Oysaki bu arkadaşlar sadece burs parasıyla gidiyorlardı. Ve orda çokları ikinci bir iş yapıyordu. Tezgahtarlık yapıyorlardı. Gitsinler, araştırsınlar, sorsunlar, görsünler, öğrensinler! Binaların inşaatlarında çalıştılar, hatta oraya giden vakıf ve dernek temsilcileri okulların inşaatlarında, restorasyonunda çalıştılar, doğrudan doğruya amele gibi ırgat gibi çalıştılar o okullarda. Bir hareket böyle olursa o bağımsız hareket demektir. Yoksa diyet ödersiniz, ömür boyu diyet ödersiniz.
Bir hareket doğrudan doğruya Türk milletinin içinden çıksa, o Türk milletinin en gözdesi okullardan çıksa, o okulların düşünce ve himmeti inzimamıyla oluşsa, bir güç kazansa, dünyanın dört bir yanına yayılsa eğer bu bağımsızsa, arkasında Amerika yoksa, Fransa yoksa, Rusya yoksa… bu potansiyel bir tehlikedir. Her gün buna karşı alaka artıyorsa, teveccüh artıyorsa ve bağımsızsa potansiyel bir tehlikedir. Millet aynı zamanda finans olarak da bunu destekliyorsa bu bütün bütün potansiyel bir tehlikedir. Bir meseleyi böyle tehlike görmek, hükümlerini ihtimallere bina etmek demektir. Eğer tehlike böyle oluyorsa Türkiye’de böyle tehlike olmayan kimse yoktur. O zaman herkes tehlikedir. Bağımsız olma onları kuşkulandırıyor. Bağımsız olunca nasıl hareket edeceği belli olmaz diyorlar. Vatanını seven, ülkesinin insanını seven nasıl hareket ediyorsa öyle hareket eder. Ama ihtimallere binaen bir şey söylüyorsanız o mevzuda sizi ikna edecek bir argümanımız yok.
Kaldı ki devlet müfettişleriyle gelip kontrol ediyorlar, defterlere bakıyorlar, girdiye bakıyor, çıktıya bakıyor. Eğer bir yerden bir suyun değirmen suyu değil de öyle damla damla sızması da söz konusu olsa herhalde onu zannediyorum medya lisanıyla gürül gürül halka ilan ederler. Çünkü itibarla oynamaya alışmış bu insanlar böyle bir mesele karşısında rahat durmazlar. Ben biliyorum ki çok defa şöyle dediler; ‘falanda filanda böyle bizim halk nazarında onları sukut ettirecek şeyler bulunmasa bile çevrelerinde ve yakınlarında bulunan insanları yere vurun, onunla batıralım bunları!’ Bu kadar hınçla hareketin üzerine gelen insanlar eğer orada bir karapara meselesi olsaydı, bir değirmen suyu olsaydı bunu çoktan bulur çıkarırlardı.
Bu hareket pek çok faslı müştereki paylaşan insanların bir noktada birleşmesinden ibarettir. Yani aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşanlar, takdir edenler, bir yerde bir araya gelmişler; biri diğerini örnek almış, öbürü onu örnek almış, millete mal olmuş bir mesele. Türk toplumunun ruhundaki dehasından doğan bir mesele. Anadolu’nun yetiştirdiği dehadan doğan bir meseledir. Bir millet yapıyor, bir milletin fedakârlıkları yapıyor, o fedakârlıklarla Allah’ın izniyle inayetiyle devam ediyor.” (Bamteli, 5 Eylül 2004)
“Bugüne kadar milletimiz adına ciddi hiçbir şey yapamamış olan ve yarınlar adına da hiçbir şey yapacak gibi görünmeyen, sadece ‘Nerede bir villa kapabilirim?’ hülyalarıyla oturup kalkan kimseler kıskançlıkları sebebiyle iftiralar atıyorlar. Dahası, millet ve vatan uğruna fedakârlığın ne demek olduğunu bilmediklerinden Anadolu insanının bu okulları ne fedakârlıklarla devam ettirdiğini kavrayamıyorlar.
Bu müesseselerin bir şahsa ait olmadığını ‘değirmenin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini belki yüz kere anlattık; fakat, görüyoruz ki, yüz kere daha anlatsak, fedakârlığın manasını ve almadan vermesini bilmeyenler yine de bu büyük hizmeti idrak edemeyecek, manasız bir kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışacaklar.
Oysa, değirmenin suyunun nereden geldiğini samimi olarak öğrenmek istiyorlarsa, suyu çıktığı yerden itibaren takip etselerdi; çarkların döndüğü yerden başlayarak kanalı adım adım izleselerdi. Eğer önyargılı değil iseler, onlar da göreceklerdi ki: Bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç, bir dönemde milletimize yeniden istiklalini kazandıran gücün ta kendisidir. Bu okullar, İstiklâl Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin gönül semereleridir ve kaynağı da onların yürekleridir.” (Kırık Testi, 09 Nisan 2007)
‘Günümüzün karasevdalıları’ diyerek andığımız eğitim gönüllüleri, ‘Bu necip millet kendi yarasını kendisi sarabilecek güçtedir. Öyleyse, sine-i millete müracaat edeceğiz; ama asla başkalarına bağımlı olmayacak ve yabancılara diyet ödeme zilletine düşmeyeceğiz’ diyerek çıktılar yola. Onlar, önce Allah’a dayanarak, sonra da zahirî esbab açısından milletimizin himmetini yanlarına alarak hürriyet soluklaya soluklaya, bağımsızlık yudumlaya yudumlaya yürüdüler ve ömür boyu ellere el açmadılar, kimseye borçlanmadılar.
Olmadığı Halde Veren Hizmet Gönüllüleri
İnfak mevzuu. Allah’ın verdiği şeyi siz de başkalarına vereceksiniz. Elhamdülillah, bugün hala o var. Binlerce insanın ihtiyacını görüyorlar. Ve bunu sırf Allah rızası için yapıyorlar. Allah için veriyor ve karşılığını Allah’tan rıza olarak, rıdvan olarak bekliyorlar. El dar olduğu zaman da vermek. Hiç olmadığı zaman verebilmek. Îsâr ruhu etrafında meseleyi değerlendirebilirsiniz. Olanın vermesi belki bir ölçüde kolay. Fakat olmayanın vermesi oldukça zordur.
“Elinde lahmacun arabası lahmacun satan birisi var. Unutamayacağım her yerde anlatacağım bir insan. İki sene evvel bana geliyor diyor ki; ‘Hocam siz talebelere yer arıyor, onları barındırmak için tehalük gösteriyorsunuz. Ben şu arabacığımla lahmacun sata sata iki kulübecik yaptım. Bu iki kulübecikten bir tanesi bana yeter. Kabul buyurursanız ikincisini içinde talebeler kalsın diye vermek istiyorum.’
Ben Rabbimin rızası istikametinde samimi olarak getirilen bu teklife hayır demedim. Olur dedim. Çünkü benim olur dememle belki affedilmeye hakkı ve liyakati olmayan beni de Rabbim affeder. Onu böyle bir hizmete koşturduğumdan, vesile olduğumdan dolayı benim günahlarımı da affeder. Olur dedim. Fakat onunla doymadı bu. Hayra aç olan bu insan bununla doymadı. Allah’a gönül vermiş bu insan bununla doymadı. Aradan altı - yedi ay geçti. Geldi dedi ki; ‘Hocam evimin kapısının önünde bir bahçe var ya, ben bu bahçeyi bir yurt yapıp da yüz talebeyi barındırmak istiyorum.’
Ben evvela şaşkın şaşkın sokaklarda küçük el arabası ile lahmacun satan bu adamın yüzüne baktım. Bu işi nasıl yapacaksın. Burada hizmeti tekeffül eden arkadaşlar beş altı inşaat yürütüyorlar. Bin talebeye üniversiteye hazırlık kursu verip sahip çıkalım. Bin talebeyi üniversiteye imtihana geldiğinde barındıralım, sahip çıkalım. Binlerce talebeye kursta sahip çıkalım ve çeşitli okullara dağıtalım sahip çıkalım diye yüz yerde yurt yapalım diye tehalük gösteren bu cemaat zaten dopdolu. Nasıl yapacağız bunu? ‘Hocam Allah’ın lutfuyla, bu arabayla ben bu işi yaparım’ diyor. Ve ondan sonra her ay ‘Hocam, yapan arkadaşlara sen kendi elinle ver ne olur bunu.’ Elli bin lira kazanırsa, kırk beş bin lirasını getirir. ‘Beşi bana yeter hocam bunun. Kırk beş bin lirasını hizmete verelim.’ Kırk bin lira kazanırsa, otuz beş bin lirasını getirir. Hiç otuz beş bin lira getirdiğine şahit olmadım.
Aradan sekiz ay veya dokuz ay geçti. O yurdu yaptı. Şimdi boyasını yaptırıyor. Ve camlarını taktırıyor. İşi bitirdi, ferih ve fahur, keyfi yerinde. Üç-beş hafta evvel yanımda kalan bir arkadaşa gelip diyor ki; ‘Kardeş, hocama söylesen acaba giyip kullandığı eski ayakkabılardan var mı? Hiç ayağımda ayakkabı kalmadı. Verse de giysem’ diyor.
Anlıyor musunuz mümini? Anlıyor musunuz Hakk’a gönül vermişi? Ve bunların sayısı bugün binleri çoktan aşmıştır. Yeniden bir sahabe devri başlıyor. Yeniden malını ve canını feda etme devri başlıyor.” (Afyon vaazı, 27 Haziran 1980)
“Bunu kim yapıyor? İş adamları yapıyor, tüccar yapıyor. Hatta böyle kan ter içinde çalışan değişik iş adamları yapıyor. Değişik vesilelerle arz etmiştim: Vatikan’ın diyalogdan sorumlu temsilcilerinden bir tanesi Thomas Michel’dir. Ona tesir eden nedir? Güneydoğu’da bir yere gidiyor. Adam demircilik yapıyor. Yanına sokuluyor. Ona soruyor ‘ne yapıyorsun?’ ‘Çalışma mecburiyetindeyim; çünkü falan yerde bir okula bakıyorum.’ diyor. Bu, milletin ruhunda oluşan öyle bir duygudur ki bir yerde ateş karşısında demiri dövecek, bir yerde fırında çalışacak, bir yerde kendisini helak edecek şekilde başka bir işte bulunacak. Ama elinden avucundan artırdığı şeyle bir yerde bir şey yapmaya çalışacak. İnsanımızın civanmertliğinin örneği. Yine arz ettiğim bir husus; Bozyaka yurdunda himmet yapılmıştı. O gün 70’li yıllarda sadece Türkiye’nin içinde bazı yerler yapılıyordu. İzmir’de, Ankara’da, Kayseri’de yurt vs. dar dairedeydi. Himmette herkes bir şey taahhüt etti. Ben insanımızın o civanmertliğine hep hayran kalmışımdır. Himmet sonrası ben odama gittim. Arkamdan birdenbire birisi geldi. Askeriyeden emekli olmuş, emeklilik parasıyla bir ev almış. Orda vereceği bir şey yokmuş. Kapıyı çaldı, içeriye girdi, ‘Hocam, herkes bir şey verdi, ben veremedim. Evimin anahtarlarını veriyorum’ dedi. (‘Hayır, öyle milletin evinin anahtarını alacak durumda değiliz.’ dedim. İnsan verebileceği bir şey varsa verir. Hatta her şeyini birden de vermez. Sistem işlemeli ki her sene verebilsin. Bütün sistemi anahtarıyla teslim edersen gelecek sene bir şey veremezsin ki!) Bu, öyle bir histir ki Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele.” (Bamteli, 15 Aralık 2013)
Hizmet, Milli Seferberlikle Yapılıyor
Binlerce, milyonlarca insan bu hizmete gönül verdi ve onca olumsuzluğa rağmen hala veriyor. Kimisi fiilen işin içinde, kimisi maddeten destek oluyor, kimisi de arkadan kuvve-i maneviyeyi takviye ediyor.
‘Israrla ‘Kimsenin bu mevzuda yardımını, desteğini katiyen kabul etmeyelim. Bu saf Anadolu insanının işidir. Allah’ın izni inayetiyle yapacaklar. Hırsla değil, ihlaslı olursa bu iş başarıya ulaşır’ dedim.’ diyor Hocaefendi. ‘Sonra tebeyyün etti ki Cenabı Hak, böyle dedikoducu bir sürü insanlar çıkacak, ‘bu değirmenin suyu nereden’ diyecek. Bu millete mal olmuş bir mesele. Milletleri adına bu kadarcık fedakârlıkta bulunmadıklarından dolayı mazur görmek lazım; anlayamazlar. Bizim insanımız verdikçe verir, hatta verme tiryakisidir. Onlara ‘Verme!’ deseniz, üzülürler. Ben vermeden mahrum edildiğinden dolayı ağlayan insanlara çok şahit oldum.
İnşallah bir gün, bu meseleye sağından solundan böyle değişik isnatlarda bulunup karalamak isteyen, milletin zihninde onu ademe mahkum etmek isteyen insanlar da insafa gelirler, onlar da omuz verirler, ‘Bu önemli hizmette bizim de katkımız olsun’ derler ve katkıda bulunurlar.”
Anlaşılması Güç Bir Rahatsızlık
Vatikan görüşmesinden sonra, 18 Nisan 1998 günü dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, bu sefer yanında dört generalle Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit’i Başbakanlık binasında ziyaret etti. Ziyaretin konusu Fethullah Gülen Hocaefendi’ydi. Orgeneral Bir, Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven’in, Papa’yla görüşmeye giden Hocaefendi’yi havaalanında kendi arabasıyla karşılamasından rahatsızdı. Oysa Büyükelçi’ye Hocaefendi’yi karşılaması talimatını veren Ecevit’ti.
Milliyet gazetesinin 22 Haziran 1999 günü yayımladığı bir haber bu görüşmenin perde arkasına ışık tutuyordu. Habere göre Ecevit’e, Hocaefendi aleyhine bilgiler içeren bir brifing sunulmuş, ancak 75 dakika süren bu toplantının ardından Ecevit, “Siz böyle düşünüyorsunuz. Ama ben eskisi gibi düşünmeye devam ediyorum” karşılığını vermişti. Bunun üzerine brifingi verenler izin isteyerek başbakanlıktan ayrılmıştı. Ecevit, Çevik Bir ve onun gibi düşünen komutanlara şöyle diyordu: “Her dindarı potansiyel mürteci gibi görmekle laiklik korunamaz.”
Turgut Özal gibi Bülent Ecevit de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin insanlık için büyük projeleri olduğuna inanmıştı. Bu yüzden Bülent Ecevit, Hocaefendi’ye olan desteğini her şart altında sürdürdü. Ecevit, Çankaya Köşkü’nde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında da Hocaefendi’nin ismi ne zaman gündeme gelse, aynı tutumu sergiledi. Ecevit komutanlara, “Ben Fethullah Gülen’le görüştüm. Çok samimi bir insan. Sizin de görüşmenizi tavsiye ederim” demişti.
Hocaefendi, Bülent Ecevit’i şöyle anlatıyor:
“Bülent Ecevit geliyor. Kritik bir dönem, şubat rüzgârlarının estiği (28 Şubat süreci) bir dönemde geliyor bu insan. Kendisine üst üste brifingler veriliyor. Şimdiye kadar gelmiş devlet adamları içinde çok vardır öyle, hepsini takdirle yâd ederiz; fakat o, hakikaten onurlu hareketleri karşısında saygı duyacağımız tavırlar sergilemiştir. Kendisine anlatılan şeylerin pek çoğu karşısında elinin tersiyle itip ‘Ben bunlarla tatmin olmadım, doğru değil bunlar. Osmanlı döneminde bile yapılmayan şeyler yapılıyor’ demiştir.”
Hocaefendi, 19 Mayıs 2002 günü ABD’de ziyaretçileriyle yaptığı sohbette de Ecevit’i şöyle anıyordu: “Herkesin en küçük meselelerde sarsıldığı, şüpheye düştüğü ve yalana boyun eğdiği bir dönemde bütün ısrarlara ve hilebazlıklara karşı, “Ben tatmin olmadım’ diyenleri tarih kaydetmeli ve geleceğe bir vefa örneği olarak sunmalıdır.”
Devam Edecek…