Hocaefendi, gençliğe mefkure kazandırdı
‘İslam’ın bir kavga dini değil bütün güzellikleri kendinde toplayan bir inanç manzumesi olduğunu anlatan Hocaefendi’dir... Hocaefendi mefkûresizlikten (idealsizlikten) bunalan Türk gençliğine mefkûre vermiştir. Çağın yeni tanıştığı bu hareketin hedefi güzel insanlar yetiştirmek ve bunu bütün insanlığa hediye etmektir.’
Mefkuresine Adanmış Yiğit Öğretmenler
1995 yılı Eylül ayında Rusya’nın başkenti Moskova’da ilk Türk koleji açıldığında, Rus eğitim yetkilisi şöyle diyordu: “Rusya’nın tarihinde iki önemli olay var. Biri Gagarin’in Ay’a çıkması, diğeri Moskova’da bir Türk okulunun açılması.”
Kırgızistan’da yaşayan ve çocuğunu buradaki Türk okuluna gönderen Rus subay ise:
“Tarihi düşmanlıklar geçmişte kaldı. Dünya değişiyor. Ben bu okulları takip ediyorum. Çocuğumun da buradaki kaliteli eğitimden ve terbiye sisteminden yararlanmasını istiyorum.” derken, çocuğu Türk okulunda okuyan başka bir Rus subay:
“Çok şey hayal edebilirdim. Ama günün birinde bir Türk takımını tutacağımı asla hayal edemezdim” diyordu.
Hizmet okulları, Rus, Azeri, Kırgız, Türkmen ve Kazak çocukları aynı çatısı altında bir araya getirerek dünyaya mükemmel bir eğitim sistemi sunmuştu. Bu mefkuresine adanmış yiğit öğretmenlerin başarısıydı.
Toplumun Her Kesimini Kucaklaması
1995’ten itibaren Hocaefendi, toplumun bütün kesimleriyle sevgi ve hoşgörü köprüleri inşa etmek için yoğun çalışmalara girdi. Bu yıllarda genellikle İstanbul’da ikamet ediyordu. Hocaefendi, sanatçıların, yazarların ve aydınların toplumda bu köprülerin inşaasında büyük rol oynayacağına inanıyordu. O toplumda hiç kimseyi atlamadan, ayırmadan ve ötelemeden herkesi sevgiyle kucaklamak istiyordu.
Bu birilerini rahatsız edince Fethullah Gülen Hocaefendi yine bir açıklama yaptı. Sünni-Alevi ve sağ-sol kardeşliği adına yaptığı teşebbüslerin ve bu arada bilhassa Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Hikmet Çetin ile görüşmesinin yadırganacak hiçbir yanının olmadığını söyledi. Hocaefendi: "Yaptığım görüşmelerin bazı çevrelerde yadırganmasını bu çevrelerin taşıdığı sıfat ve konular ve seviye ile telif etmekte güçlük çekiyorum" dedi.
Hocaefendi, şiddetli eleştirilere rağmen toplumda bir hoşgörü atmosferi oluşturmaya çalıştığı o günleri şöyle anlatıyor:
“Milletçe birbirimize karşı saygının, sevginin, insanî münasebetlerin yeniden canlandığı yakın geçmişteki o kısa dönemde, bir baştan bir başa bütün ülkede her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da toplum hemen her kesimiyle âdeta bir nevruz heyecanı yaşıyor ve upuzun yaz rüyaları görüyordu.
…birbirimizle kucaklaşıyor, koklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hatta birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk.
Böyle bir diyalog vetiresi (süreci) içinde hep günlerin bahara kaydığını görür gibi oluyor; yeşeren ümitlerimizle kendimizden geçiyor ve bu ince, nazlı, yumuşak havanın, toplumun hemen bütün kesimlerince benimsenip yaşanabileceği hülyalarıyla oturup kalkıyor… yitirdiğimiz saatlerin, günlerin bize iade edildiğini/edileceğini duyar gibi oluyorduk.” (Çatlayan Rüya, Sızıntı, Nisan 2001)
Hocaefendi’nin bu arada ziyaretçi trafiği de bir hayli artmıştı. Yüze yakın gazeteci ve yazar kendisini ziyaret etti. O da gazetecilere, sanatçılara ve iş adamlarına ziyaretler yaptı.
Ekim 1995’te sinema sanatçısı Kemal Sunal, Hocaefendi’yi İstanbul’da ikamet ettiği Altunizade’de ziyaret etti. Kemal Sunal, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yurtiçinde ve yurtdışında açılan okullara ilham verdiğini biliyordu. Bu yüzden ziyarete gelmeden önce Hocaefendi ve okullar hakkında bilgi edinmeye çalışmıştı.
Kemal Sunal’ın insanı yutan sanat dünyasının şa’şalı ortamında aile değerlerine bağlı bir sanatçı olması onu Hocaefendi’nin nazarında değerli kılıyordu. 1974’te evlendiği eşi Gül Sunal’la birlikte sanat camiasında örnek gösterilen bir aileydi. Hocaefendi’ye göre sanatçılar yaşantılarıyla da topluma örnek olmalıydı. Bu yüzden, Türk sinemasında ahlâkî yozlaşmanın yaşandığı 1970-1980 yılları arasında bu akıma kendini kaptırmayan sanatçılara değer veriyordu. Zira, bu sanatçılar, mesleklerini icra edemeyecek duruma düşmelerine rağmen bu tür filmlerde rol almıyorlardı.
Hocaefendi, İstanbul’da çok aktif bir hayat yaşıyordu. Gazeteleri ziyaret ediyor, hem gazete sahipleri hem de yönetici ve yazarlarla tanışıyordu. Zira, toplumda sert tartışmalar yaşanıyor, insanların arasında uçurumlar oluşuyordu. Bazı yazarlar “mürtet (dinden çıkmış)” olmakla suçlanıyordu.
18 Ekim 1995 günü Milliyet’e yaptığı ziyarette, gazetenin sahibi Aydın Doğan’la görüşmede bulundu. Bu sırada orada olan bir Milliyet yazarı Hocaefendi’ye şöyle dedi: “Bazıları bizi Müslüman saymıyorlar. Mürtet suçlaması yapanlar bile var.”
Bu soruyla ilk defa karşılaşmıyordu Hocaefendi. Türkiye’de o güne kadar süren tartışma ve çatışma noktalarından biri de buydu. Hocaefendi, “Kelime-i şehadet” getiren, yani “Ben Müslümanım.” diyen bir kişiye hiç kimsenin mürtet diyemeyeceğini anlattı.
Hocaefendi, Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk’la da görüşmek istiyordu. Selçuk başlangıçta kabul etmesine rağmen, bu buluşma gerçekleşmemişti.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu dönemde çok aktif olması üzerine Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel 1995’te Hocaefendi hakkında bir soruşturma yaptı. Hocaefendi, 18 Ekim 1995 tarihinde Yüksel’e verdiği ifadede şöyle diyordu: “İktidar talebim yok. İktidar talebi kişi ile Allah arasındaki ilişkiye dokunur… Demokrasi dönüşü olmayan bir süreçtir. Ben 57 yaşındayım. Bugüne kadar Allah rızası için çalıştım.”
Savcı Yüksel, soruşturmasını tamamlayıp 20 Kasım 1995 tarihinde Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında takipsizlik kararı verdi.
Bu Nasıl İş?
Altemur Kılıç ve Mehmet Ali Birand ve fotoğraf sanatçısı Arif Aşçı bir akşam Fethullah Gülen Hocaefendi’ye konuk olmuşlardı. Aşçı, bir grup arkadaşıyla birlikte büyük şirketlerin sponsorluğunda İpek Yolu güzergâhını Çin’den Çanakkale’ye kadar develerle geçmişti. Aşçı o akşam Hocaefendi’ye, gezinin Kırgızistan ayağında, Tanrı Dağları’nda nasıl fırtınaya yakalanıp ölümden döndüklerini ve oradaki Türk okuluna nasıl sığındıklarını anlattı.
İçlerinde ABD ve Avrupa ülkelerinden yabancıların da bulunduğu Aşçı’nın ekibinin develerle yolculuğu Çin’in bir bölgesinden başlamıştı ve ilk durakları Kırgızistan’dı. Aşçı ve arkadaşları Çin sınırından Kırgızistan’a girdiklerinde şiddetli kış şartları vardı. Kar ve fırtına altında Tanrı Dağları’ndan inme mücadelesi verdiler. Develerinden bazıları öldü. Yiyecekleri ve develerin yemi bitiyordu. Issık Gölü’ne yakın bir noktada dondurucu soğukla karşılaştılar. Tam endişeye kapılmışlardı ki bir bir ışık gördüler.
Tanrı Dağları’nın inişinde Narın diye bir şehir vardı. Burası Kırgızların bile zor yaşadığı bir yerdi. Issık Gölü’nün yakınındaki bu şehir, âdeta bir mahrumiyet bölgesiydi, ama orada da bir Türk okulu açılmıştı. Umutlarının tükendiği noktada gördükleri bu ışık, Issık Türk Lisesi binasıydı. Kapısında Türk bayrağını gördükleri okulun bahçesine girdiklerinde, açlık ve ölüm tehlikesini atlattıklarına artık emindiler.
Arif Aşçı, o coğrafyada Türk kolejleri olduğunu ilk defa o akşam öğrenmişti. Yemek masasında Hocaefendi’ye şöyle dedi: “Güzergâhımızdaki diğer ülkelerde de bu okulları görünce, bunların âdeta İpek Yolu üzerinde sıralandıklarını gördüm. Bu okullar ışıklandırılsa ve uzaydan resimleri çekilse, âdeta İpek Yolu’nun haritası çıkar.”
Aşçı’nın bu anlatımını Hocaefendi ile birlikte Altemur Kılıç da coşkuyla dinledi. Galatasaray Lisesi mezunu bir gazeteci olan Mehmet Ali Birand da, kendine özgü üslubuyla, “Orada da mı okul var Hocam? Bu nasıl iş?” sözleriyle hayretini sergiledi.
Bir başka gün Türk basınında entelektüel seviyesi yüksek bir ekonomist olarak bilinen Hürriyet yazarı Ege Cansen, Hocaefendi’yi ziyaret ettiğinde de sohbetin konularından biri yine Türk okullarıydı. Ege Cansen bu okullar için şu yorumu yaptı:
“Bir gün bu okullardan bazıları kapansa dahi, yıllar sonra harabelerden birer taşları bile bulunsa bu bir şey ifade eder. Bu okullardan bazıları birkaç gün bile açık kalmış olsalar, misyonlarını yerine getirmiş olacaklar.”
O dönemde Sabah gazetesini yöneten Zafer Mutlu ve gazetenin başyazarı Güngör Mengi yine Radikal gazetesi Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz Hocaefendi’yi ziyaret ettiler. Bir başka gün Ahmet Altan, kardeşi Mehmet Altan; Profesör Asaf Savaş Akat ve eşi Nilüfer Göle’yle birlikte Hocaefendi’ye misafir oldular.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu yoğun temposuna rağmen, 1995 yılı sonlarında doğduğu Korucuk köyünde Erzurum Milletvekili İsmail Köse’yle konuşurken şöyle diyordu: “Eski günlerde olduğu gibi gizlenip, ömrümün geri kalan kısmını geçireceğim bir mağara arıyorum.”
Kasım Gülek ve Cenaze Namazı (23 Ocak 1996)
Gazeteci ve Yazarlar Vakfı’nın 1994 yılında Dedeman Otelin’de yapılan toplantısından sonra Hocaefendi ile Kasım Gülek arasında çok kuvvetli bir dostluk gelişti. Hocaefendi, bir Ramazan Bayramı’nda evine ziyarete gittiği Kasım Gülek’in kendisine anlattığı iki hikâyeyi şöyle anlatıyor: 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi üzerine, iktidardan düşen CHP’nin bazı yöneticileri, “Artık bundan sonra bizim iktidara gelmemiz, seçimleri kazanmamız muhal. Gelin partiyi kapatalım!” deyince Gülek şu karşılığı verir: “Hayır, partiyi kapatmayalım. Ama, gelin halkın partisi olalım. Biz bugüne kadar Halk Partisi’ydik, ama halkın partisi değildik. Halkın dışındaydık.”
Gülek’in Hocaefendi’ye anlattığı ikinci hikâye ise şöyleydi: Gülek, CHP genel sekreteriyken hacca gitmeye karar verir. Bazı gazeteciler etrafını çevirdikleri Gülek’e şu soruları yöneltirler:
“Hakikaten hacca gidecek misiniz?
Gülek: Evet.
Kâbe’yi tavaf edecek misiniz?
Gülek: Evet, tavaf edeceğim.
Hac dönüşü ise gazeteciler ile Gülek arasında şu konuşma geçer:
“Sayın Gülek, hacca gittiniz mi?
Gülek: Evet, gittim.
Kâbe’yi de tavaf ettiniz mi?
Gülek: Ettim tabii.
Arafat’a çıktınız mı?
Gülek: Çıktım.
Pekâlâ, şeytanı da taşladınız mı?
Gülek:
Evet, hem taşladım, hem buradaki şeytanları da taşlamak için birçok taş getirdim.”
Gülek, 1996 yılı başında İstanbul’da Amerikan Hastanesi’nde yatarken Hocaefendi kendisini ziyaret etti. Bu sırada aralarında şöyle bir konuşma geçti. 86 yaşındaki Gülek, “Bu şekilde sizi yeterince savunamıyoruz. Acaba milletvekili adayı olsam, sizi Meclis’te savunsam diye düşünüyorum” dedi.
Kasım Gülek’in ağır hasta olmasına rağmen taşıdığı bu dinamizm Hocaefendi’yi hayli şaşırttı. O gün yanında bulunan Alaattin Kaya’ya şöyle dedi: “Bir sene önce bu hastanede şu yan odada anjiyo olmuştum. Bu odayı görünce bile içime bir rahatsızlık girdi. Ama Kasım Bey, bu hasta haliyle, Meclis’te bir şey yapabilir miyim düşüncesini taşıyor.”
Gülek’in, tedavisinin devamı için Amerika’ya gitmesi gerekiyordu. Fakat bu konuda kararını henüz vermemişti. O gün Hocaefendi’nin tavsiyesini aldı. Hocaefendi, Gülek’e Amerika’ya tedaviye gitmesi gerektiğini vurguladı. Böylece özel uçakla ABD’ye tedaviye giden Gülek, öldüğünde cenaze namazını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kıldırmasını vasiyet etti.
Ve 23 Ocak 1996 günü Ankara Kocatepe Camii’nde hem Gülek’in hem de eski politikacılardan Sadettin Bilgiç’in ağabeyi ve Profesör Ekmeleddin İhsanoğlu’nun damadı olan Profesör Emin Bilgiç’in cenazesi vardı. Hocaefendi’nin, Profesör Emin Bilgiç’e de özel bir sempatisi vardı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, DSP lideri Bülent Ecevit başta olmak üzere devlet erkânının katıldığı törende Hocaefendi, Kasım Gülek ve Emin Bilgiç’in cenaze namazlarını kıldırdı.
Aydın Bolak
Aydın Bolak, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilham kaynağı olduğu okullara ilgi duymuş ve 1995’te onunla tanışmıştı. Bolak, Fethullah Gülen Hocaefendi, Sakıp Sabancı ve Rahmi Koç’u 1996’da İstanbul Boğazı üzerindeki yalısında akşam yemeğine davet etti. Aydın Bolak çok faydalı gördüğü hizmetleri tanıtmak için sadece bu yemekle yetinmedi. Hem evinde hem de İstanbul’daki Four Seasons Otel’de düzenlediği yemeklerle Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) çevresinden birçok işadamını Hocaefendi ile tanıştırdı.
Belirli bir periyodlarla düzenlenen bu yemeklere kimlerin katılacağını Aydın Bolak belirliyordu. Sabancı ve Koç’la birlikte Osman Boyner, Hüseyin Bayraktar, Kâmil Yazıcı, Enver Ören gibi iş adamlarını; Avni Akyol, Vehbi Dinçerler, Ahad Andican ve Agâh Oktay Güner gibi siyasetçileri bu yemeklerde görmek mümkündü. Genelde 20-30 civarında bir katılımla düzenlenen bu yemeklerin bütün ayrıntısıyla Aydın Bolak ilgileniyordu. Önce genel konular konuşuluyor, son olarak Hocaefendi’ye çeşitli sorular yöneltiliyordu.
Aydın Bolak’a göre, Türkiye’nin önde gelen iş adamları Fethullah Gülen Hocaefendi’yi henüz tanımıyordu. Hatta bazıları ona karşı çekingen davranıyor, ondan ilham alan kolejlerde dini eğitim verildiğini sanıyordu. Bolak, tamamen milli bir proje olarak gördüğü bu okulları ve okulların manevi mimarı Hocaefendi’yi TÜSİAD çevresine tanıtmayı kendisine görev edinmişti.
Hocaefendi için bu tür yemek davetleri yeniydi. Özel hayatında çok az çeşit yemek yiyen Hocaefendi, bu toplantılarda masadaki çok farklı yemeklerden bazen çok az yiyor, bazen de hiç yemiyordu.
Hem Rahmi Koç, hem de Sakıp Sabancı’nın Hocaefendi ile diyalogları, Aydın Bolak’ın organize ettiği yemeklerden sonra da sürdü. Hocaefendi’yi İstanbul’daki görkemli yalısı Atlı Köşk’te ağırlayan Sabancı, daha sonra ikamet ettiği Altunizade’de Hocaefendi’yi birkaç defa ziyaret etti. Sabancı, Adana’dan Hocaefendi’yi ziyarete gelmiş bir gruba da eşlik etti.
Fethullah Gülen Hocaefendi de Sakıp Sabancı’yı İstanbul Levent’teki Sabancı Kuleleri’nde ziyaret etti. Burada birlikte öğle yemeği yediler.
Hocaefendi bu ziyaretlerle ilgili şöyle diyor:
“Bütün o yemekleri Aydın Abi organize etti. Özdemir Sabancı için Sakıp Bey’e taziyeye gittiğimde de yanımda Aydın Abi vardı.”
Aydın Bolak, cumhuriyet’in ilk Milli Eğitim Bakanı Vehbi Bolak’ın oğluydu. Onu Hocaefendi’nin nezdinde çok değerli kılan yıllarca Meclis’ten vakıflar kanununu çıkarmak için ortaya koyduğu olağanüstü çabaydı. Bolak, sırf bu kanunu Meclis’ten geçirmek için 1961’de Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili olmuştu. Kanun, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yasaklanan vakıfların yeniden serbest hale gelmesini sağlayacaktı. İhtiyaç sahiplerini mahcup etmeden, yardımların onlara bir kurum eliyle ulaşmasını sağlayacak vakıflarla ilgili çalışmaları nihayet 13 Temmuz 1967 günü kabul gördü ve meclis bu kanunu kabul etti.
Aydın Bolak 1969’da binlerce üniversiteliye burs veren Türk Petrol Vakfı’nı kurdu. Bu bursu alanlardan biri olan Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli, 1999 seçimlerinden sonra: “Şu anda Meclis’te ben dahil 61 milletvekili Aydın Bolak’ın bursuyla okudu” diyordu. MHP lideri Devlet Bahçeli ve AKP’li Beşir Atalay, Aydın Bolak bursu alanlar arasındaydı.
Bolak’a “Aydın Ağabey” diye hitap eden Hocaefendi: “O vakıf kanunu tek başına Aydın Abi’nin eseridir denilebilir. Türkiye’de ilk öğrenci yurtları o kanun sayesinde açılabildi.” diyor. Aydın Bolak da Fethullah Gülen Hocaefendi’yi dostlarına anlatırken, “Dini bir düzen peşinde olsa cami yaptırırdı. Okul yaptıran adamdan zarar gelmez. Devletin bile hayal edemeyeceği şeylere öncülük ettiği için her meyveli ağaç gibi onu da taşlıyorlar” diyordu.
Şu sözlerin sahibi de Aydın Bolak’tı:
“Cumhuriyet’le yaşıt olanlardan biriyim. Cumhuriyet’le doğdum ve Cumhuriyet Dönemi’nin bütün âlimleriyle tanışma imkânına sahip oldum... Yüksek bir ilim ve ahlaka sahip bu âlimler, hiçbir zaman bir mücadele insanı olmadılar. Ne çevrelerinde yeni kişiler yetişti ne de büyük topluluklara ruh ve iman aşılayıp onları büyük kavgaların insanı olarak hazırladılar... Yetmiş yaşıma geldiğimde ilk defa ufuk ve fikirle (Fethullah Gülen Hocaefendi ile) tanıştım ben. Bu yaşımdan sonra ilk defa bir ufku tanıdım... Türk Müslümanlığı tabirini bize anlatan ve öğreten, Türklerin İslamiyet’i anlayış tarzının bütün insanlığa şamil bir anlayış olduğunu, İslam’ın bir kavga dini değil bütün güzellikleri kendinde toplayan bir inanç manzumesi olduğunu anlatan Hocaefendi Hazretleridir... Hocaefendi mefkûresizlikten (idealsizlikten) bunalan Türk gençliğine mefkûre vermiştir. Çağın yeni tanıştığı bu hareketin hedefi güzel insanlar yetiştirmek ve bunu bütün insanlığa hediye etmektir. Moskova’da yetişen Rus çocuğu Türkçe öğrendiği zaman, bu onun için önemli bir kazanç, ama insanlık için daha da büyük bir kazançtır. Çünkü sonunda Türk düşmanlığının anlamsız olduğunu anlayacaktır.
Bu hareketin daha da büyümesine, gelişmesine, dünyanın her tarafına daha güçlü yayılmasına yardımcı olunuz. Bilmeyenlere, duymayanlara duyurunuz. Sizlerden ricam şudur. Hepiniz bu sevgi halesinin etrafında toplanınız. Hepiniz bu sevginin aleyhine söylenen bütün dedikoduları cevaplandırınız... O zaman çocuklarımız mesut ve müreffeh bir Türkiye’nin çocukları olacaklardır.”
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gözünde Bolak, tam bir aydın ve entelektüeldi. Hayatının son yıllarında bir gün Aydın Bolak, TRT’de yaptığı programı sırasında stüdyodaki TRT kameramanları ve teknik ekibe duygusal yaklaşımıyla yurtdışındaki Türk okullarını anlattı. Programın bitiminde TRT çalışanları, kendi aralarında topladıkları bir miktar parayı Bolak’a, “Bizim de bu okullara katkımız olsun” diyerek verdiler.
Hocaefendi’nin Patrik Bartholomeos İle Görüşmesi (1996)
Toplumsal hoşgörü temasını en fazla işleyen Fethullah Gülen Hocaefendi ile Fener Rum Patriği Bartholomeos, 04 Nisan 1996 tarihinde sıcak bir ortamda bir araya gelerek Türkiye'de Müslüman ve gayr-i müslim kesimler arasında diyalogu başlattılar.
Bu Peygamber Efendimiz’in de (sav) yaptığı bir diyalog örneğiydi. Hz. Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalogun en güzel örneğini teşkil eder. Necranlılar, Resûlullah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l- Hâris diye bilinen meşhur bir alimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek (İbnu Hişâm, 1-2) birkaç gün Aleyhissalâtu vesselâm'a misafir olmuşlardı. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişi ehassu'l- havas 'en büyükler' durumunda daha üst, hiyerarşik bir gurup teşkil ediyordu. İbnu Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir (İbnu Sa'd, 1).
Necranlıların Medine'deki diyalogları süresince onlarla 'İslâm dini' hakkında, hususen de 'İslâm nazarında Hz. İsa ve Hz. Meryem'in yerleri' olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve müzakereler yapıldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Necranlıları İslâm'a davet etti, fakat bu hususta ısrar etmedi. Necranlılar, Kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ettiler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hz. Muhammed'in 'Beklenen, hak peygamber' olduğunu itiraf etmesine rağmen, 'Kavmimizin bize yaptıkları İslâm'a girmeme mani oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır' diyerek Müslüman olmaktansa bir anlaşma yapmaları gereğinde heyeti ikna eder (İbnu Hişâm, 1-2). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el- kıb bilahare Müslüman oldular.
Devam Edecek…