İnsanın Kendisini Bilmesi
“Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”
İnsan için her zaman haddini bilmesi, hatta kâmetinin altında görünmesi çok önemlidir. Her şahıs kendi haddini bilmelidir; ne var ki başkaları için had tayinine girmemelidir; “Falanın haddi şu kadardır, kıymet-i harbiyesi bu kadardır!” dememelidir. O, bilinemez; nezd-i ulûhiyete ait bir husustur. Bazen ortaya konan çok küçük bir amel, basit gibi görünen bir tavır ve pek dikkati çekmeyecek bir davranış ihlasa iktiran ettiğinden dolayı tasavvurları aşkın bir mahiyet alabilir. “Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” F.Gülen
Haddini Bilen Üç Büyük Lider: Abdülhamid, Faysal ve Turgut Özal…
Fethullah Gülen Hocaefendi, 12 Eylül İhtilali’nden sonra ülkenin tekrar demokrasi ve güçlü ekonomi çizgisine oturması için çok önemli çabaları olan Turgut Özal’ı hayırla yad eder. Turgut Özal o darbe üzerine idareye geçmişti. Allah onu istihdam buyurmuştu. Kaosun her tarafı kuşattığı bir dönemde bazı şeyleri yırtarak bir kısım olumlu şeyler yapmak suretiyle muhit hattında çok büyük iyiliklere vesile olmuştu.
Hocaefendi, aynı zamanda Turgut Özal gibi Ortadoğu’nun yakın geçmişinde derin izler bırakan iki büyük kişiden daha övgüyle bahseder… Sultan II. Abdülhamid ve Melik Faysal.
Burada sırası gelmişken, İslam alemindeki problemleri anlamak adına Hocaefendi’nin perspektifinden onlara da değinmek yararlı olacaktır.
‘Abdülhamid’e (Mekânı Cennet olsun, ona karşı hürmetim yürektendir)… Abdülhamid'in mânevî yanı vardır. Devlet adamlığına denk bu yanıyla da o ayrı ve çok muallâ bir mevkidedir. Dinle dünyayı bu şekilde dengeleyebilme, bilhassa öyle bir makamda bunu yapma, çok ender insana nasip olmuş bir tali'lilik pâyesidir. Ve işte o ender incilerden birisi de Abdülhamid'dir. Hacca gittiğimizde, bize hizmet eden çok yaşlı bir insan vardı. Abdülhamid'in adını duyunca saygısından ürperirdi. İşte bu yaşlı zat bize, Abdülhamid müteaddit defa hacca geldi. Falan yerde kaldı ve bizimle haccetti diye hikâye ederdi. Hâlbuki o, zâhire göre hiç hacca gitmemişti. İtimat ettiğim bir zat da Mehmed Akif'ten naklen bana şöyle bir hâdise nakletmişti:
Mehmet Akif sabah namazı için Ayasofya Camii'ne gider. Camiye oldukça erken gitmiştir. Orada durmadan gözyaşı döken ve dua dua yalvarıp yakaran birini görür. Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı hâdise ile karşılaşır. Daha da erken gitmeye başlar, fakat netice değişmez. Adam aynı yerde oturmakta ve sessiz sessiz ağlamaktadır. Dayanamaz Akif, adama sokularak: "Dostum, Allah'ın rahmetinden bu kadar ümidini kesme. Zira kâfir kavimden başka kimse Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez." der. Adamın konuşmaya mecali yoktur. Eliyle "Başımdan git, beni meşgul etme!" der gibi işaret eder. Fakat Akif kararlıdır. Bu adamı bu kadar ağlatan nedir? İşte bunu öğrenmek istemektedir. Ayrılmaz ve ısrarla niçin ağladığını sorar. Adam başından geçen ve kendini bunca yıl ağlatan hâdiseyi şöyle anlatır:
Ben ordu mensubuydum. Abdülhamid Han zamanında binbaşıydım. Bir gün babamın ölüm haberini aldım. Babam servet sahibi bir insandı. Bağları, bahçeleri vardı. O vefat edince bütün bu mameleke benim sahip çıkmam gerekiyordu. Ordudan ayrılıp işlerimin başına dönmeye karar verdim. Durumumu şerh eden bir dilekçeyle Mabeyne müracaat ettim ve istifa etmek istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra dilekçeme cevap geldi: "İstifan kabul edilmemiştir." Bunun üzerine ikinci bir dilekçeyle Sadarete başvurdum. Oradan da aynı cevabı aldım. Başka yol kalmadığı için doğrudan Hünkâra durumumu anlatan bir mektup yazdım ve istifa talebimi tekrarladım. Oradan da gelen cevap aynı oldu. İstifam Hünkârca da kabul edilmemişti. Bizzat görüşme talebinde bulundum, kabul buyurdular. Vicahî olarak durumumu tekrar ettim. Hiç cevap vermedi ve bir müddet sessiz sessiz durdular. Ben ısrar edince: "Peki istifanı kabul ettik." dediler. Elinin tersiyle de "Gidebilirsin." işaretini verdiler. İstifamı istemeyerek ve benim ısrarım üzerine kabul ettiği, jest ve mimiklerine kadar her şeyi ile belli oluyordu.
Huzurdan çıktım. Artık serbesttim. Malımın-mülkümün başına gidebilecektim. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Allah Resûlü, ordumuzu teftiş ediyordu. Etrafında Raşid Halife Efendilerimiz vardı. Bir adım geride de Abdülhamid Han Hazretleri el-pençe, edep içinde duruyordu. Bölük bölük, tabur tabur askerler geldi geçti ve Allah Resûlü onları memnun, yüz aydınlığı içinde teftiş ettiler. Bir aralık dağınık bir tabur geçmeye başladı. Başlarında kumandanları yoktu. Biraz dikkat edince taburumu tanıdım. Darmadağınık geçiyorlardı. Efendimiz mübarek yüzlerini Abdülhamid Han'a çevirdiler ve "Abdülhamid, hani bunların kumandanı?" dediler. Abdülhamid başını eğmiş olduğu hâlde, "Yâ Resûlallah, ısrarla istifasını istedi. Neticede de istifa etti." cevabını verdi. Allah Resûlü elinin tersiyle "Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik." dediler. Dünyam başıma yıkılmıştı ve işte o gün bugün böyleyim. Şimdi, söyle bana, ben ağlamayayım da kim ağlasın.
Bu belki bazılarına objektif gelmeyebilir. Fakat anlatılan bu hâdiseye ben inanıyorum. En küçük hizmetleri dahi O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat teftiş ettiğine dair bana anlatılan o kadar müşâhede var ki, inanmamaya hiçbir sebep görmüyorum…Bize göre o Ulu Hakan ve Cennetmekân'dır...!’ (Asrın Getirdiği Tereddütler, F. Gülen)
4 Mart 1964 yılında Suudi Arabistan’ın başına geçmiş olan Kral Faysal da öncekilerden çok farklıydı. Tahta geçtikten sonra ülkede bir dizi reform hareketine girişti. Televizyon ve kız okullarının kurulmasını sağladı. İslamî bir ruh tesis etmek için Mısır, Suriye ve Irak ülkeleriyle diplomatik ilişkiler kurdu. Bir yandan da değişik İslam ülkeleriyle yakınlaştı. Bu sıralarda yaptığı Türkiye ziyareti de bunun bir göstergesiydi. Fakat bu icraatları birilerini rahatsız etti ve 25 Mart 1975'te yeğeni Faysal bin Musa bin Abdülaziz tarafından Mevlid kandili kutlamaları sırasında öldürüldü.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Melik (kral) Faysal için şu önemli değerlendirmelerde bulunuyor:
“Kral Faysal merhum, Suud’tan sonra Vahhabi idaresinde bir yumuşama getiren, mezheplere karşı mülayemet getiren bir insandı. Bir kere çok geniş bir kültürü vardı. Çok rahatlıkla devrinin her meselesine vakıf bir insandı. Düşünün ki bir kraldı o, biz melik diyoruz, tam Allah’ın Melik ismine mazharlardan bir tanesi. Devlete ait ihtisas isteyen meseleleri oturur vükela ve vüzera ile rahatlıkla görüşebilir bir insandı. Petrolü, petrol rezervesini, inciyi, mercanı… varsa Afrika’da, Arap Yarımadasında uranyumu, bunları ve bunların esasen mevcudiyetlerini dış piyasaya arzını… gelecekte Arap Yarımadası, İslam dünyası ve Avrupa… bütün bu hesapları bilebilir bir insandı. Aynı zamanda aşkın bir heyecan adamıydı. Süpürge ile Beytullah’ın içini temizlerdi. Öyle bir tenezzüldür ki Allah karşısında 20.asırda daha büyüğü olamaz bunun. Ve herhangi bir insan gibi insanlar içinde Kâbe’yi tavafı ve fakir gözüyle çadırını görmüştür, Arafat’a çıkması, ihrama sarılması, Müzdelife’de dua dua yalvarması faziletinin ifadesi şeylerdir.
Kralın hiç kimsenin bilemeyeceği ayrı bir tarafı vardı. Çok mahremi olan bir zattan öğreniyorum bunu. Onunla beraber olan birisinden… Kavim ve kabilesiyle Necid’ten gelmiş baldırı çıplak deve çobanlarıyla oturup senli benli konuşuyordu. Tıpkı Hz. Ömer gibi taşradan gelen herkesi kabul etmesi, oturup onları rahatlıkla dinlemesi… Rahatlıkla kapısına vurmadan yanına çıkabileceğin bir insandı. Biz Hariciye vekilinin yanına giremedik orada. Bir fazilet abidesiydi. Ruhu şad olsun. Bana göre –on defa dedim- bizde Abdülhamid Cennetmekan gibiydi. Onun yıkılışı Osmanlı’nın yıkılışı oldu. Abdülhamid de Osmanlı da aynı elle alaşağı edilmişti. O menhus eller, goril eller içimizde gergef işleyen ince kadın eli gibi bir şeyler örüyor ve bizim münevverimiz bütün bunlara karşı gafildir, görgüsüzdür, idraksizdir.”
Turgut Özal’ı ise şu sözlerle ifade ediyor Hocaefendi:
"Engin bir imanı vardı Turgut Bey'in. Yaptığı her şeyi şuurlu yapardı, manevi değerlere sonuna kadar bağlıydı ve bizleri çok severdi. Son gezisinde hele içi içine sığmıyordu. Orta Asya'da okulları da ziyaret ettiği geziden döndükten sonra kardeşi Korkut Bey'e okulları kast ederek "Bu müthiş bir hadise Korkut!" demiş. Gördüklerini ve memnuniyetini anlatmış. Düşünün ki Turgut Bey geziden döndükten bir iki gün sonra vefat etti. İşte bu kısacık zaman diliminde memnuniyetini hemencecik ifade etmiş. Kardeşi Korkut Bey'in aktardığına göre "hocam görüştüğümüzde ilk anlattığı şey, okullardı" dedi. Ve gittiği her yerde "bu okulların kefili benim" demiş.
.... Burada unuttuğum, fakat istidradi, antrparantez arzedeceğim bir husus daha var: Aslında bu hareketin gönüllüleri en küçüğünden en büyüğüne kadar, ister sınaî, ister ticarî, isterse kültürel faaliyetleri itibarıyla ne yaptılarsa hepsini sordular. Ben bazılarını biliyorum: Merhum Turgut Özal belki yirmi yere mektup yazdı, devletin zirvesindeki bir insan. Başbakan iken bunu yaptığı gibi, cumhurbaşkanıyken de bunu yaptı. Hatta son seyahatinde, geçende kendisine yakın olanlardan bir tanesi ifade etti, "Benim yanımda, bir devlet başkanına 'Ben bu işin kefiliyim' dedi." şeklinde konuştu. Şimdi devletin başındaki, zirvesindeki bir insan "Ben bu işin kefiliyim, ben bu işin arkasındayım, bir sorumluluğu varsa bu mesele bana râcîdir" diyorsa, o zaman devlet kim? Devlet ona sahip çıkıyor. Devlet kendisine alternatife mi sahip çıkıyor?’
Fethullah Gülen Hocaefendi, 12 Eylül’den sonraki bitmeyen kovalamacanın 12 Ocak 1986'da Burdur'da tutuklanma ve sorgulanmayla sona eren anlarını, Merhum Turgut Özal'ın devreye girişini yaptığı bir sohbette şöyle anlatıyor.
"Bazen bir yerde bir saat kalma imkânını bile elde edemedim ben. Hep dolaştım durdum. Sefilleri televizyonda vermişlerdi, seyretmiş olanlar bilgilerini tazelemişlerdir. Sizi böyle bir cendereden kurtarmanın ne demek olduğunu unutamazsınız. Burdur'da derdest ettiler, Turgut Bey'e haber gidince -o zaman Başbakan- gece bakanlarını çağırıyor ve problemi çözmek için devreye giriyor. Şimdi ben Turgut Bey'in o iyiliğini unutamam. Gece ikide mi, bir de mi kendisine haber verilince hemen kabineyi çağırıyor, bakanlara "arkadaşlar, bugün ruznamemizin tek maddesi var, o da Fethullah Hoca tutuklanmış, bu meseleyi çözmemiz lazım" diyor.
Ben o sırada yirmi dört saat hep "lan" dinledim; "lan yalan söylüyorsun, komünistlerden daha kötüsün..." Böyle bir tazyik içinde yüzünüze tükürüyorlar, "ulan seni konuştururuz" diyorlar, "öldürmesini de biliriz" diyorlar. Orada yakalanan bir arkadaşımıza da demişler zaten tokatlarken, "onu gebertecektik fakat kalabalıktı onun için, başımıza iş açarız diye gebertmedik." demiş.
Böyle bir durumda ben Turgut Bey'in o günkü o centilmenliğini unutamam. Adamlar şaşırdılar, elleri ayakları dolaşmaya başladı. İfade alırken birisi içeriye girdi, "bırakın, yahu başımıza dert alacağız" dediler. Daha sonra İzmir'e getirdiler, İzmir emniyeti "biz kabul etmiyoruz, biz aramıyoruz bunu" dedi. Yahu ne oldu hani arıyordunuz, siz altı senedir arıyordunuz. Her tarafa resmen resmimi astınız. Şimdi de "aramıyoruz" diyorlar. Burdur "biz bu olaya sahip çıkmıyoruz" diyor İzmir'e. Formül bulamıyorlar. Nihayet İzmir'de bir formül buldular. Bizim avukat Özkan Bey durumu anlattı. Bir kağıt imzalattılar ve bizi İzmir'den serbest bıraktılar. Beni emniyet arabalarıyla dışarıya çıkardılar. O gün o yolda İstanbul'a doğru geliyoruz taksiyle, inşirahımın sınırını anlayamazsınız. Şimdi bunların hepsini bir kenara atıp Özal'ın iyiliğini orada unutmamız mümkün değildir. İnsanı sevindiren şeyler, insana yardım meselesi bunlar.’ (Türk basınında Fethullah Gülen hakkında dizi yazılar, dosyalar; Nuriye Akman, 23.01.1995; Reha Muhtar, 3 Temmuz 1995 TRT Ateş Hattı; Hulusi Turgut, 18.01.1998 Fethullah Gülen ve Okulları, Aksiyon 13.04.1996, Sayı 71, Bu Dünyadan Bir Özal Geçti …)
‘Houston’da ameliyat olduğu zaman merhum Turgut Özal’ı ziyaret etmiştim; sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Ben bu Hizmet’in önemini ve insanlık için ne ifade ettiğini bu çevremdekilere anlatamıyorum!” dedi, gözyaşlarıyla dert yandı… vefatından bir hafta on gün evvel arkadaşlara haber gönderdi; “Orta Asya’da Hizmet’e karşı değişik olumsuz şeyler var; ben oralara gidip teminat olayım!” dedi. Pek çok ülkeye uğradı ve gittiği her yerde ülke başkanlarına “Bu arkadaşlara ilişmeyin; ben bunlara kefilim!” dedi.’ (400. Nağme, 15 Aralık 2013’deki çay faslından)
İşte bu kadar etkili bir lider olan Turgut Özal, Hocaefendi’nin sebepsiz yere arandığı 1981 yılında Başbakan Yardımcısı’ydı. Hacı Kemal Erimez, bazı sıkıyönetim görevlilerinin Hocaefendi üzerindeki aşırı tazyiklerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek için Özal ile Ankara’daki evinde görüştü. Kemal Erimez, Hocaefendi’yi yakından tanıyan hatta camiideki vaazlarına da iştirak eden Turgut Özal’ın komutanlara Hocaefendi için kefil olmasını ve bu tazyiklerin sona ermesini istiyordu. Özal, ülkenin gerçek sevdalısı insanların gördüğü bu muamelelerden rahatsızdı zaten. Ona göre, insanlar Hocaefendi’yi yeterince tanımadıklarından dolayı onu rejim düşmanı gibi görüyorlardı. Özal, “Ben askerlerle görüşürüm” diyerek yakından tanıdığı bazı komutanların Hocaefendi hakkındaki önyargılarını kırmaya çalıştı.
Bu arada, Hocaefendi, sağlık problemlerinden dolayı Çanakkale’deki görevine henüz başlayamamıştı. Sıkıyönetimin, Hocaefendi’ye yardımcı olmaya çalışan doktorları sorgulaması ve bazı doktorların Hocaefendi’nin yerini söylemesi için işkenceye tabi tutulması, Hocaefendi’nin hiç kabullenmeyeceği bir durumdu. Bu nedenle, 20 Mart 1981 günü devlet memurluğundan istifa etti.
Hama’da 30 bin Müslüman Katledildi (2 Şubat 1982)
Bu dönemde, Hafız Esad veya Hafız Esed’in, Suriye'nin Hama şehrinde yaptığı katliamda 30 binin üzerinde insan hayatını kaybetti. Hama, Suriye'de İslam'ın güçlü olduğu, dolayısıyla muhalefet olma özelliği olan bir şehirdi. Ancak Hafız Esad’ın muhalefete göz yummak gibi bir niyeti yoktu. Müslüman Kardeşler’in Suriye’de ayaklanma hazırlığı içinde olduğu bahanesini ileri sürerek böyle bir katliama girişti. Hama'daki kanlı baskının tarihi 2 Şubat 1982 olarak verilse de Türk basınında katliamın yankıları ancak 8 Şubat 1982'den itibaren duyurulmaya başlandı. İran yönetimi Hafız Esed’in Hama’da 30 bin Müslüman’ı katletmesine destek verdi. Devrimden sonra da Pakistan’da Ziyaül-Hak karşısında Butto’yu desteklediler. Afgan cihadında Afganistan’daki Şii grupları örgütleyip destekleyen de Tahran’dı.
ABD'li gazeteci Thomas Friedman'a göre Rıfat Esed 38,000 kişinin yaşamını kaybettiğini açıklamıştı. Suriye İnsan Hakları Komitesi'nin rakamlarına göre ise ölülerin sayısı 30,000 ile 40,000 arasındaydı.
Anayasa Referandumu (7 Kasım 1982)
12 Eylül yönetiminin hazırladığı Anayasa, 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunuldu. Yüzde 91.5 “Evet” oyuyla anayasa kabul edildi. Kenan Evren de otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.
1982’de İstanbul tamamen kara teslim olmuştu. İnsan boyunu aşan kar kütleleri oluşmuştu. Soğuklar dayanılacak gibi değildi. Tam da o günlerde, Hocaefendi’nin İstanbul’da kaldığı evde kaloriferler çalışmıyordu. Kalorifer dairesine inip, gece geç saatlere kadar arızayı gidermek için çalıştı Hocaefendi. Soğuğa yorgunluk ve açlık da eklenince hasta olup günlerce yattı. Hocaefendi: “Zannediyorum şeker hastalığım o gece kaptığım hastalıkla ortaya çıktı” diyerek o gece yaşadığı sıkıntıyı ifade etmektedir.
Hocaefendi, sürekli yer değiştirip ne olursa olsun Hizmetlerle meşgul olmak için Ankara’ya gittiğinde matbaa ve gazete sahibi arkadaşı Alaattin Kaya’nın babası İbrahim Kaya’nın evinde kaldı. Kendisini takip edenler, Hocaefendi’yi yine yakalayamayınca İbrahim Kaya’yı gözaltına alıp sorguladılar. Hocaefendi, bunu haber alınca üzüldü ve rahatsız etmemek için o eve bir daha gitmedi.
Bütün bu sıkıntıların yanında, 1982 yılı, aynı zamanda Hocaefendi’nin gaye-i hayali olan ve on yıldan beri hayalini kurduğu okulların açılması için bir fırsat oldu. Devlet Başkanı Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi: “Dershanelere ne gerek var, eğitim işi yapmak istiyorsanız okul açın” diyordu.
Hocaefendi, bu gelişme üzerine, Türkiye’nin birçok yerinde açılmış olan dershane ve öğrenci yurtlarının koleje dönüşmesi için teşvik etti. Fakat o günün şartlarında bunu hemen anlamak ve kabullenmek hiç de kolay değildi. Yurtların bile uzun bir itirazdan sonra ancak değeri anlaşılabilmişti. Çünkü Türk insanı için hayır yapmak demek, cami yapmak olarak zihinlere kazınmıştı. “Cami yapmak da güzeldir, ama yurt ve okul açarsanız daha iyi olur. Her yerde namaz kılınır, ama her yerde eğitim verilemez.” diye akılları ve kalpleri ikna etmeye çalışıyordu Hocaefendi. Bunların yanında kıt imkanlar ve öğretmen ihtiyacı da aşılması güç problemler olarak duruyordu önlerinde.
‘Duygu ve düşüncelerimi eğitime önem vermek mülahazası başlığı altında, cami kürsülerinden oturup konuştuğum değişik mahfillere kadar her yerde anlattım. Çok kolay makes bulmadı bu. Tanıdığım-tanımadığım insanlar arasından buna önem verildi. Özel okullar açıldı. Zor kabul edildi. İnanın vazı nasihatta gözyaşı döken arkadaşların bu mevzuda geçirdiği tereddütlerden dolayı onlara da gönül koyduğum oldu. Hafif küser gibi oldum. Bu meselelerin önemini anlamıyorsunuz, dediğim oldu. Bir duygu ya da düşünceyi ifade ederken ilk evvela bu düşüncelerinize, size inananlar olur.
Önce bir tereddüt yaşanıyor, kuşkuyla bakıyorlar bu meseleye. Sonra size daha fazla güveni olanlar yapıyor bunu. Ama bu iş yapılırken; özel okul açınca, üniversiteye hazırlık kursu açınca hemen hizmet oldu demek değildir. Fedakar insan ister. Hakikaten mesai bilmeyen insan ister. Sekiz saat mesai yaptım, tamam işim bitti değil. Hayır. Bu talebeyi ne kadar mesai sarf edip kıvama getireceksem işte o kadar mesai. Seçin bu insanları, bulun onları. Bu ülkeye aşık, bu ülkeyi seven insanları bulun, yapın onu. Şimdi her yerde yapmışlar.’ (Aktüel'de Necdet Açan'la röportaj, 14 Ocak 1999)
Devam Edecek…