‘Bu İnsanlar Seni de Anlamayacaklar!’
Fethullah Gülen Hocaefendi, 1961 yılının Kasım ayında askere gitmek için Karaağaç tren istasyonundaydı. Kırktan fazla kişi onu uğurlamaya gelmişti. Talebeler, esnaf, kabzımal, Yaşar Tunagür Hoca, Hüseyin Top, İsmail Gönülalan, müftülük personeli ve daha nice dostları oradaydı.
O zaman İstanbul'a trenle gidiliyordu. Hocaefendi, Erzurum'dan ayrılırken nasıl hicranla dolduysa Edirne'den ayrılırken de aynı burkuntuyu hissediyordu. O gün Yaşar Hocaefendi de çok duygulanmıştı.
Onu dualarla trene bindirdiler. Karaağaç ile Edirne arası 5-6 kilometrelik bir mesafeydi. Hocaefendi'yi askere uğurlayınca geride kalanları bir hüzün sardı. Yaşar Tunagür Hoca 'Fethullah Hocaefendi'yi böyle askere yollayınca artık vasıtaya falan binmek yok, yaya olarak dönelim Edirne'ye' dedi. Ve yolcu etmeye gidenler Hocaefendi ile geçen günlere ait hatıralarını anlata anlata hep birlikte Edirne'ye döndüler.
Hocaefendi, Ankara’da Mamak’taki 1. Tabur, 1. Muharebe Bölüğü'ne 11. Ayda (Kasım’da) teslim oldu. Daha ilk günlerde, talim yaptıkları bir sırada bölük komutanı kendisini çağırttı. Fethullah Gülen Hocaefendi bölük Komutanı'nın karşısına geçip selam verdi. Komutan sordu: 'Hoca sen misin?' Hocaefendi: 'Evet..' dedi. Komutan: 'Benim Hanım biraz hasta. Getireyim de ona bir oku!' diyerek ondan istekte bulundu. Hocaefendi: 'Ben öyle okuma filan bilmem komutanım. Eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız sizin okumanız muvafık olur!' Bölük komutanı, olumlu bir cevap alsaydı mutlaka onu ‘üfürükçülük ve sahtekarlık'la suçlayacaktı. Hocaefendi’nin bu tutumu komutanın hoşuna gitmişti.
“Meğer beni deniyormuş ve ben de itikadımın mükafatını gördüm. Bölük komutanı beni belli ölçüde korudu. Rahat edeyim diye de beni telsizci yaptılar. Tabii kurs görmek için dört ay daha kaldık. Ankara'da kaldığım dönem benim için çok sıkıntılı oldu.” Diyor Hocaefendi.
Yusuf Bilgin 1962 yılında Ankara Mamak Muhabere Alayı'nda Fethullah Gülen Hocaefendi ile acemilik dönemi askerliğini beraber geçirdi. O günlere ait bazı hatıralarını şöyle anlatıyor:
“Hocaefendi bende ilk etapta çok kapasiteli, çok çaplı ve ciddi bir intiba bıraktı. İslamî ve imanî konular üzerine konuşmalar yapar, sohbet ederdi. Derin bir dini ilim tahsiline sahipti. Bunun yanısıra Risale-i Nurlara çok vakıftı. Sohbetlerini Risalelerden pasajlarla süslerdi. Yeni çıkan eserlerin tamamını gözden geçirir, gazete ve mecmua gibi yayınları yakından takip ederdi. Basını ihmal etmezdi. Olayları güncel olarak takip eder, duruma göre yorumlarda bulunurdu. Hafızası oldukça güçlü ve zeki bir hocaefendi idi. Giyim ve kuşamına dikkat ederdi. Üstüne giydiği elbiseyi kendine yakıştırır, şık görünürdü. Düzenli ve temizdi. Kendi işini kendi yapardı, kimseden kendisiyle ilgili bir şey yapmasını istemezdi. Çamaşırlarını kendi yıkardı. Biz fazla alışık olmadığımızdan zorlanırdık. Ama Hocaefendi buz gibi suyla çamaşırlarını yıkar, banyosunu bile soğuk suyla yapardı. Toplu yıkanan hamamlara gitmezdi. Ben daha sonra akrabalarıma evci çıktım. Ondan sonra biraz rahat etmiştim. O yine zor şartlarda kendi işini kendi görmeye devam etti.
Beraber olduğumuz süre içinde Hocaefendi'nin yaptığı konuşmalardan onun çok geniş çaplı düşündüğünü gördüm. Uzak görüşlü ifadelerde bulunurdu. Düşünce perspektifini geniş tutardı. İslam âlemi ve insanlığın dertlerine değinir, problemlerin çözümü konusunda değişik alternatif metotlar ileri sürerdi. İnsanlığın bilhassa insanımızın cehaletinin giderilmesi konusunda detaylı plan ve programlar yapardı. Bu plan ve programların zamanla hayata geçirilmesi için çok çalışılması ve fedakâr insanların bu işe destek vermelerini isterdi. Bu düşüncelerinden bir tanesi benim de 1970 yılında ziyarete gittiğim İzmir'de talebeler için kurduğu yaz kampları idi. Orada samimi ve gayretli talebelerin yetişmesi için koşturuyordu. O kamplarda birkaç saat kalmama rağmen nasıl bir manevi hava içinde kaldığımı ifade edemem. Şuurlu ve disiplinli bir neslin yetiştirilmesi için çalışıyordu.
Hocaefendi, komutanlarına ve askerlik kurallarına karşı dikkatli idi. Asker arkadaşları ile ilişkileri çok iyi idi. Tanısın tanımasın herkese candan ve samimi davranırdı. Hatta subaylardan kendisine yakın ilgi duyanlar vardı.
Çarşıya çıktığımızda genellikle Hacı Bayram Camii'ne gider orada namaz kılar, cemaatten tanıştığımız büyüklerle sohbet ederdik. Hocaefendi bu konuda hayli girişken idi. Ayrıca Hilal Mecmuası sahibi Salih Özcan, Hacı Bayram Camii civarında Urfalı terzi İbrahim Kaya (Alaaddin Kaya'nın babası), İskitlerde asker olan arkadaşımız terzi Cumali Koçak ve daha başkaları ile görüşülür sohbet edilirdi.”
Hocaefendi, devlete ve millete ait eşyaların kullanımına hayatı boyunca çok dikkat etmişti. Askerde iken bu konudaki hassasiyetini şöyle anlatıyor:
"Tam istenen şekilde askerlik yapmadığım için ‘oranın yemeği bana helal olmaz’ diye düşünüyordum. Hatta giyeceğim elbiseyi dahi, bir asker talebeden satın almıştım. Bunlara dikkat ediyordum. Önümde yığınla kâğıt ruloları vardı. Fakat, yemin ederek söylüyorum ki, şahsım hesabına bir nokta konacak kadar dahi kağıt kullanmadım ve askeriyeye ait kalemden, yine şahsım için bir nokta koyacak kadar dahi istifade etmedim. Çok hassas davranıyordum.
Ben eğer ona 'erbain' denecekse, ilk erbaini cebrî olarak askerde yaptım. Talat Aydemir hadiselerinde, birlik olarak, bilmeden onun safında yer aldığımız için, silahlarımızın mekanizmaları alındı ve biz, Mamak'ta -zannediyorum- iki ay kadar hiç dışarı çıkmadan âdeta orada tecrid edildik. Bu tecridden önce gıdama, yiyecek ve içeceğime dikkat etmekle beraber böyle bir tecridde daha fazla dikkat etmek zorunda kaldım. Ben o erbainde rüya-yakaza arası bazı şeylerin tecellisine şahit oldum ki onları burada söylemem -zannediyorum- münasip olmaz.
Askerlik deyince, ilk dört ayı unutmam mümkün değildir. Çok sıkıntılı günlerdi o ilk dört ay... İlk gittiğim gün yatak yoktu. Herkese sadece bir battaniye veriyorlardı. Ayakkabıları ayağımızdan çıkarmadan yatardık. Böylece donmaktan kurtulurduk.
Hocaefendi’nin İskenderun’a Gitmesi
Sekiz ay sonra kuralar çekildi. Hocaefendi’nin kurası Erzurum’a çıktı. Bu müthiş bir lütuftu. Fakat 'Hoca, senin memleketin Erzurum, onun için olmaz!' dediler. Hocaefendi bir daha çekti yine Erzurum çıktı. Yine 'Olmaz!' dediler. Üçüncüde Diyarbakır çıktı. 'Şimdi de sana zulüm olur' dediler. Dördüncüde İskenderun çıktı, 'Hoca yaşadın' dediler. Onlar kendi duygu ve düşüncelerine göre böyle demişlerdi; fakat Hocaefendi çok üzülmüştü.
“Askerlik benim için, okuma adına ikinci bir merhale oldu...”
“Askerlik döneminde çok hüşyar bir komutanım vardı. İskenderun’da karşılaştım. Allah’ın bir lütfu oldu benim için. Makamı cennet olsun, bu zat mürekkep bir insandı. Şoförüne; ‘askeriyeye kıymetli insanlar gelebilir, sen bunları görürsen bana söyle, ben himaye edeyim.’ demiş. Şoförü de benim geldiğimi bizim komutana bildirmiş. Birlikteki vazifem telsizcilikti. Komutan ara sıra yanıma gelir şaka yapar, latife yapar, konuşur, 'Gel beraber resim çektirelim' derdi. Askerlik yapanlar, bir subayın neferiyle böyle içli, dışlı olmasının çok olağan olmadığını bilirler.
Bu zatta iki hususiyet vardı: Birincisi engin bir tasavvuf bilgisi. Tasavvufî terminolojiye oldukça vakıftı. Çok okumuş. Şark-Garb klasiklerini çok iyi bilirdi. Ben Sadi’yi, Hafız’ı, Molla Cami’yi, Firdevsi’yi, Enveri’yi, onun kadar iyi bilen birisini görmedim. Bizde Sadi bilinirdi, Hafız okunurdu ama; Müller’in takdirle yâdettiği, İran şairlerini ben bir de ondan dinledim. Aynı zamanda Voltaire’i, Rousseau’nun İçtimai Mukavele’sini, Dağdan Mektupları’nı, Emile’i okumamı sağladı. ‘Batı’yı mutlaka tanımalısın.’ dedi. Askerlik benim için, okuma adına ikinci bir merhale oldu...
Rousseau’yu her şeyiyle beğenmem, çünkü natüralisttir. Metafizike karşı da tavrı vardır. Tabii bu yanları bizim aldığımız kadim kültürle aşılabilir ama, büyük bir filozof olduğu muhakkak. Sonra Şark Klasikleri’ni okudum. Garp’tan bize tercüme edilmiş, Kant ve Schiller’in 'İnsan Kritiği'ni, Mengüşoğlu’nun enfes tercümesinden okudum. Felsefeye dair değişik tavsiyeleri oldu.
Ölüm döşeğinde yatarken de onu ziyaret etmiştim. Dedi ki: ‘Ben seninle beraber hacca gidebilmek için bu sene emekliliğimi istiyordum. Sen bana askerken, ‘Komutanım geze geze gidelim.’ demiştin. Ben de onu düşünüyordum, galiba ölüp gidemeyeceğim.’ dedi. O esnada Efendimiz’in adını bir daha andı, ‘Dudaklarım!’ dedi ve dudaklarını yaladı... İşte böyle bir insandı. Onun eline düşmem de benim için bir bahtiyarlıktır. Birinci zırhlı tümene tayin edilince, ben onun hoşgörüsüyle vaaz edebiliyordum. O olmasaydı bana vaaz ettirmezlerdi. Bana bir çocuk gibi sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Ben tabii 4 sene ailemden ayrı kalmıştım, Erzurum’a gidememiştim. O da evlenmiş, hanımından ayrılmış, tek başınaydı. Benimle teselli oluyordu. Tasavvufi yaklaşımla konuşurdum, beni zevkle dinlerdi. Hatta hiç unutmam. Bir gün ben camide yine; vahdeti vücud, panteizm, deyip, Hallac’ın 'Tavasin'inden bahsederken, o camiden dışarıya çıktı ve başını sallayarak; ‘Bu aptallar, bu cahil insanlar, Hallac gibi, seni de taşlaya taşlaya öldürecekler, ödüm kopuyor!’ dedi. Bu engin insanın, kitap okuma mevzuunda büyük tesiri oldu.”
Hocaefendi, askerde iken az yiyor, az uyuyor ve tam beslenemiyordu. Gıdasızlık yüzünden yaz mevsiminde çok hırpalandı. Halsizlik baş gösterdi. Ayakta duracak dermanı kalmadı. Doktora gitti. 'Gözlerinde sarılık var. Aman çok tehlikeli' deyip Hocaefendi’yi hastaneye yatırdılar. Uzun bir müddet hastanede kaldı. Daha sonra üç ay hava değişimi verdiler.
“Hasta ve alil bir halde Erzurum'a gitmek üzere trene bindim. Arif Başçavuş bana bir çanta almıştı. Eşyalarımı ona yerleştirdim. O çantayı daha hâlâ, değerli bir hatıra olarak saklarım...” diyor Hocaefendi hatıralarında.
Dört Yıl Sonra Erzurum’da…
Hocaefendi, Erzurum'dan 1959’da çıkmış, askere giderken memleketine uğrama fırsatı bulamamıştı. Aradan dört sene geçmişti. Bu duygular içinde, hasta bir halde trene bindi. Tren tıklım tıklım doluydu.
Nihayet Erzurum'a inmiş, evlerinin bulunduğu mahalleye gelmişti. Evleri çıkmaz sokaktaydı. Geleceğinden kimsenin haberi yoktu. Hocaefendi, sokağa girince etraftan:
-Asker geliyor, asker geliyor… diye bağıranlar oldu.
Bu çığlıklar arasında evlerinin tam önüne gelmişti. Kapıyı çaldı. Annesi karşısındaydı! Rafia Hanım, evladını tanıyamamıştı. Neden sonra:
-Sen Fethullah mısın, diye sordu ve boynuna sarıldı.
Kadıncağız gün boyu ağladı, çünkü Fethullah Gülen Hocaefendi, Erzurum'dan tam fizyonomik olarak değişmeye başlayacağı sıralarda çıkmıştı. Annesinin hayalinde dört yıl boyunca hep o eski haliyle kalmıştı. Bir de hiç beklemediği bir zamanda, ansızın gelmişti. Kardeşlerinde de değişiklik olmuştu. Mesih çok tuhaf olmuştu.
O akşam evde müthiş bir olay yaşandı. Kardeşi Mesih Efendi, ağabeyinin Edirne'ye gitmesinden o güne kadar hiç konuşmamıştı! Akşam eve gelip Hocaefendi’yi görünce, dili çözüldü, konuşmaya başladı:
- Ağabey, ağabeyim, hoş geldin! diye boynuna sarıldı ve göz yaşları döktü. Evde neredeyse bir bayram havası vardı. Babası Ramiz Efendi hem Hocaefendi’nin gelmesine çok sevinmiş hem de oğlunun ailesiyle konuşmaya başlamasına memnun olmuştu.
Hocaefendi, dört aya yakın Erzurum'da tedavi olduktan sonra tekrar İskenderun'a döndü.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin askerde olduğu 1963 yılında Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den alıp İzmir'e vaiz olarak verdiler. Önce Hocaefendi’nin ve ardından Yaşar Tunagür Hoca’nın ayrılmasıyla, ‘Sanki Edirne bomboş kaldı, çok hüzünlendim’ diyor Hüseyin Top Hoca hatıralarında.
Yaşar Tunagür, vaazlarında veya konuşmalarında çok cesur konuşuyordu. Müftülüğe bir canlılık getirmişti. Çok hareketli ve disiplinliydi. Vali, bu hocayı çok severdi. Onu valiliğe çağırmaz, kendisi kalkar müftülüğe kadar gider, çayını içerdi. Bu gelişmeler üzerine önce valiyi Edirne'den aldılar, arkasından da Yaşar Tunagür Hoca'yı.
Yaşar Hoca İzmir'e gidince Kestanepazarı Camii'nde vaazlar vermeye başladı. Orada İmam Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği'ni hayata geçirdi. Yaşar Hoca İzmir'de 1963'ten 1965'e kadar iki sene kalacaktı.
Fethullah Gülen Hocaefendi 1963 yılının Ekim ayında İskenderun’da askerliğini tamamlayıp ailesinin yanına döndü. O günlerden şöyle bahsediyor: ‘Hayatımın en kabuslu günleri sona ermişti. İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüz yüze yaşadığım ve 'Korkulu bir rüya görüyorum, uyanınca geçecek' diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti. Birkaç gün İskenderun'da kaldım. İskenderun'da nakliye işi de yapan büyük bir şirketin sahibinden -ki biz onunla ciddi dosttuk- teklif aldım. Şirketin başında duracaktım. O gün için çok cazip görünen bu teklifi hiç düşünmeden reddettim. Ve Erzurum'a döndüm.’
Hocaefendi, askerden sonra beş altı ay kadar Erzurum’da kaldı. Erzurumlular onu bir sene önce hava değişimi sırasında verdiği vaazlardan ötürü "Edirneli Hoca" diye tanıyorlardı.
Erzurum’da olduğu bu sırada evlenmesi için annesi ve amcasından ciddi baskı gördü. Fakat, Hocaefendi, kesin olarak ‘hayır!’ cevabını verdi. Amcası “Bak oğlum sana bir teklif de 30’una geldiğinde yapılır. O zaman da kabul etmezsen, artık bir daha da bu iş olmaz” dedi. Yıllar sonra amcasının bu kerameti doğru çıkacak ve Hocaefendi’ye, 1968’de İzmir’de tam otuz yaşındayken bir evlilik teklifi yapılacaktı.
Hocaefendi, Erzurum'a döndüğünde sağlık durumu yine bozuktu. Gıdasızlığın üzerine, bir de askerde yaşadığı son hadiseler onu iyiden iyiye yıpratmıştı. Eğer bünyesi güçlü olmasaydı, üst üste gelen darbeler Hocaefendi’yi yatağa serebilirdi. Ayrıca ilk dört senelik hasret validesine çok dokunmuştu. Onun için durmadan diretiyor ve onun Erzurum’dan ayrılmaması için elinden gelen her çareye başvuruyordu. Onu memleketinden biriyle evlendirmek için bu kadar ısrar etmesinin sebeplerinden biri de buydu.
Hocaefendi Yeniden Edirne’de… (1964)
Erzurum'u çok seviyordu Hocaefendi. Fakat yüreğine taş basıp ondan ayrılmaya mecburdu. Çünkü o gün de "Mukaddes Göç"te anlattıklarının şuurundaydı. Ve bilhassa Edirne'ye ilk gidişinde kaldığı sürece bu şuur iyice ruhuna yerleşmişti. Annesi diretse, babası eski ısrarını terk etse de Edirne'ye veya başka bir yere mutlaka gidecekti.
Edirne'yi istemesinin sebeplerinden biri de Üç Şerefeli'ye olan aşırı sevgisiydi. Orayı arzu ediyor ve tekrar orada vazife yapmak istiyordu. Bu cami kendisine Selimiye'den daha sevgili geliyordu. “Bu alaka ve ilgi, daha önce orada vazife yapmış olduğumdan ve bu ulu mabedin beni bağrına basıp üç seneye yakın barındırmasından olabileceği gibi, o gün için anlayamadığım saikler sebebiyle de olabilir.” diyor Hocaefendi.
“Üç Şerefeli ki, mimaride, Selimiye gibi medeniyet tarihimizin en büyük medar-ı iftiharının doğumuna analık yapmış ve mimarideki bu muhteşem zafere zemin hazırlamıştır. O'nun kaderi de, İslam adına kaydedilecek muhteşem zafere zemin hazırlayan Asrın Büyük Çilekeş'ine (Bediüzzaman’a) benzemektedir. Bu çizgide İkinci Murad ile de bir bütünlük vardır. Üç Şerefeli’yi sevmemde gayr-i şuuri de olsa böyle kuvvetli bir saik de mevcuttur. Ancak, kaderin çerçevesi insanın arzu ve isteklerine göre tespit edilmemiştir. Evet, ben Üç Şerefeli'de imam olmak istemekteydim; fakat asıl olan Allah'ın dilemesidir. O günlerde Üç Şerefeli'ye imam olan zat bir mürüvvet ifadesi olarak teklifte bulunmayınca ben de asıl arzu ve isteğimi söylemedim. Daha önceden vaizlik vesikam da olduğundan Kur'an Kursu öğreticiliğine tayinim çıktı.”
O günlerde Yaşar Tunagür Hoca'dan boşalan müftülüğe vekalet eden Hüseyin Top Hoca, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin askerden dönüşünü şöyle anlatıyor:
“Aklımdan 'artık bu Fethullah Efendi bir daha Edirne'ye dönmez, ne evi var, ne barkı' diye geçiriyordum. Edirne'de bıraktığı sadece kitapları vardı. Kendisinden Allah razı olsun askerliği bittikten sonra yine Edirne'mize geldi. Terhis olduktan sonra bir süre Erzurum'da kalmış, bilahare de 1964'ün yaz mevsiminde Edirne'ye tekrar geldi.”
Hocaefendi’nin daha önceden vaizlik vesikası olduğu için 4 Temmuz 1964’te Kur'an Kursu öğreticiliğine tayin edildi. Bir taraftan da vaazlara devam etti. Aynı zamanda Darülhadis Camii imamlığı görevini de sürdürdü. Darülhadis Camii'nin aslında imamı vardı, fakat yaşlı ve hasta olduğundan Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ikinci imam olarak atamışlardı. Orada vekil imam olarak vazifeye başladı. Müftülük, maaşın yarısını Hocaefendi'ye, diğer yarısını da evinde dinlenmekte olan yaşlı imam Salim Ülperli’ye veriyordu. Hocaefendi kendisine verilen maaşı almadı, esas birinci imamın aylığı olduğunu düşünerek parayı götürüp evinde imama verdi. Kapıya çıkan oğluna 'müftülük bu parayı bana verdi ama ben parayı hocama iade ediyorum, çünkü hocam hasta ve yaşlı, paraya benden daha çok ihtiyacı var.' dedi. Bu fedakârlığını, bizzat o hocanın oğlu müftülüğe gidip anlatmıştı.
Askerde başından geçen hadiseler basına intikal ettiği için artık Hocaefendi tanınmaktaydı ve o günlerde bir gazete onun vazifeye başlamasını mesele yapıp haber olarak verdi. Bu sebeple Edirne'ye gidişi de olay oldu. Gazete, "Böyle bir adam, nasıl olur da devlet memuru olur?” demekteydi. Basının takındığı bu menfi tavır tesirini kısa zamanda gösterdi. Ve artık Hocaefendi her gittiği yere, peşinde beş on gölge ile beraber gitmekteydi; adım adım takip ediliyordu.
Bir taraftan böyle ciddi bir takip altına alınırken diğer taraftan da, Kur'an kursunun idarecilerinden bazıları tarafından pasifize edilmek için bir sürü komployla karşı karşıya bırakılıyordu. Onun aktif bir insan olmasını sistem hazmedemiyordu. Hocaefendi’nin onların cemaatına müntesip olmasını dahi bu Kur'an kursunun idaresini elinde tutanlar kabullenemiyorlardı. Dolayısıyla, hem içten hem de dıştan yoğun bir tazyik altında bulunuyordu.
Hocaefendi, her şeye rağmen hizmetlerine devam etti. Dar'ül Hadis Camii'nin içinde büyük bir oda yaptırdı. Burası hem imam odası olacaktı; hem de orada talebe okutacaktı. Edirne'de görülmemiş bir talebe hizmeti, işte bu küçük odada başladı. Talebelerle meşgul olmak çok hoşuna gidiyordu.
Bu kursu, belli bir cemaatın insanları yaptırmıştı. Derneği idare edenler de onlara sempati duyan kişilerdi. Hocaefendi’nin kursa gelip gitmesi, talebelerle meşgul olması onları rahatsız ediyordu. Önceleri yumuşak bir eda ile talebeyle meşgul olmamasını, sadece gelip gitmesini söylediler. Teklifleri Hocaefendi’nin çok garibine gitmişti. Bu davranışı, ihlas ve samimiyetle bağdaştırmak mümkün değildi. Düşüncelerini yüzlerine açık ve net bir dille söyledi: "Sizin bu tavrınızı, ihlasla, samimiyetle te'lif etmek mümkün değil" dedi.
Hocaefendi, Edirne’deki zor şartlara rağmen bu dönemde, Risaleleri okumayı daha da sıklaştırdı. Bunu şöyle anlatıyor: “Okuyacağımız bölümü daha önce bir kağıda yazıp geliyor ve öyle okuyorduk. Sıkı bir takip içindeyiz. Kapının önünde polis nöbet tutuyor. Onların rahatsız olacağı tabirleri ve isimleri, remiz halinde yazıyoruz, okurken asli haliyle okuyoruz. Benim elimde Tecrid-i Sarih bulunuyor. Yazılan kağıdı onun içine koyup öyle ders yapıyorum. Tabii ki, hadis ve ilmihal de okuyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde dini kitap okumanın bu denli yakın takibe alındığı ikinci bir memleket gösterilemez. Dört-beş insanla yaptığımız bu sohbet bir müddet devam etti.
Bir gün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor. Hatice validemiz kapının dışında Efendimiz (sav) de içeride oturuyor. Ders yaptığımız dört-beş kişiyi kastederek Hatice Validemiz, Efendimize: "Ya Rasullallah, bunlar; 'Bizden hoşnut musun ya Rasulallah?' diye soruyorlar" diyor. Ve Efendimizden cevap geliyor: "Evet hoşnudum. Hele birisi, hele birisi!..." diyor...
Görüldüğü gibi rüyada bile Allah Rasülü'nün isim tasrih etmemesi, arkadaşların hepsinin "hele birisi" diye ifade edilen şahıs olmak için aşk, şevk ve iştiyaklarına medar oldu. Onun için bu rüya birkaç gün boyunca anlatıldı ve arkadaşlar her anlatılışında tekrar tekrar ağladılar ve ardından "Ne zamana kadar böyle dört-beş kişi devam edeceğiz" demeye başladılar. Kısa zamanda gelip-gidenlerin ve sohbete devam edenlerin sayısı 30'u buldu. Caminin içinde bir halka çeviriyor ve kitap okuyorduk."
Hocaefendi’nin talebe peşinde koşturduğu o günlerde, Süleyman Demirel’in kısa bir süre önce genel başkanlığına seçildiği Adalet Partisi 10 Ekim 1965’te İktidar oldu. Genel seçim sonuçlarına göre AP %52.9 oy almıştı.