Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’de iken, farklı dinlerden, kültürlerden, toplumun farklı kesimlerinden insanları ilk defa, o ziyaret etti. Onları da bulunduğu yere davet etti. Kendisinin onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın tertip ettiği programlara katılarak yine bu çerçevede akademisyen, gazeteci, iş adamı, sanatçı insanlarla görüştü. Onlarla yakın arkadaş, dost oldu. Rahmetli Cem Karaca, Barış Manço bunlardan bazılarıydı. Özellikle Müslüman kimliği olan ve toplumun tanıdığı lider konumundaki insanlar, genellikle dinlere mesafeli olan böyle isimlerle görüşmezler ve farklı toplantılarda çekilen fotoğraflarda aynı karede bulunmak istemezlerdi.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu yaklaşımı ile ilgili, her ne kadar önceleri farklı kesimlerden tenkitler gelse de, insanların fikirleri değişmeye başladı. Birbirlerine selam bile vermeyen insanlar, selamlaşmaya ve birbirlerini ziyaret etmeye başladılar.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın toplantılarına katılıp, daha sonra da Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret etmeleri ile bu hava daha da yumuşamaya başladı. Fethullah Gülen Hocaefendi de onları yerlerinde ziyaret etti.
Papa II.Jean Paul’ü ziyaret etti. Bu ziyarette, Hocaefendi Papaya ortaklaşa kültürel programlar yapmayı teklif etti. Papa da bu fikri benimsedi. Türkiye’de o zaman, bazı kesimler ve kişiler, “Bir Müslüman Roma’ya Papa’nın ayağına gitmemeli, Papa onun ayağına gelmeli“ şeklinde beyanlarda bulundular. Hocaefendi bu şekildeki değerlendirmelere hiç cevap vermedi.
Bu örnek, toplumda değişik düşüncelere mensup insanlar tarafından kabul görüp pratiğe dökülmeye başlandı. Her kesim arasında diyaloglar gelişti. Yurt dışında da bu yaklaşımların yansımaları görülmeye başlandı.
Yine Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yapmış olduğu bir programa o zaman Cumhurbaşkanı olan rahmetli Süleyman Demirel de katıldı. Onun katılımını bazı yazarlar tenkit ettiler. O da, tenkit edenlere “Ben bu ülkenin her köşesinin ve her kişisinin cumhurbaşkanıyım, tertip eden ve davet eden kim olursa olsun hepsine katılırım” diye cevap vermişti.
Aydın Bolak Bey, Hocaefendi İstanbul’da iken, iş dünyasının önde gelen isimlerini, herkesçe tanınan bazı şahsiyetleri, Hocaefendi’yle tanıştırmak için bir otelin restoranına davet etti. Orada herkesi birbiriyle tanıştırdı. Yemekten sonra, gelen misafirlere, “Hocaefendiye sorularınızı sorabilirsiniz“ diyerek herkese sırayla söz verdi.
Hocaefendi de onların sorularını nezaketle cevaplandırdı. Böylece her kesim birbiriyle tanışır, görüşür oldu ve bilgi alışverişlerinde bulunuldu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu şekildeki her görüşmeden sonra kaldığı yere geldiğinde bizlere, “Herkesle görüşün, herkesi davet edin, onları ziyaret edin, onları dinleyin’’ şeklinde tavsiyelerde bulundu.
‘Kim olursan ol, yine de gel!’ demişti. Gülen ise, 800 sene sonra, “Kim olursan ol, biz sana geleceğiz, yeter ki, kapılarını bize aç” diyordu.
Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi vardı. Bu teze göre, farklı kültür ve medeniyetlerdeki insanlar, gün gelecek birbirleriyle savaşacaklar, dünya bir karmaşa içinde kalacak. Bu teze karşı da, hocaefendi her vesileyle ve her zaman; “Savaşsız bir dünya için, herkes, birbiriyle konuşabilir, anlaşabilir. Yeter ki aradaki diyaloglar geliştirilsin ve devam ettirilsin’’ diyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Amerika’ya geldikten sonra, burada da toplumun önde gelen isimleriyle görüştü, karşılıklı bilgi alışverişi yapıldı. Gerek Türkiye’de gerekse Amerika’da yapılan bu görüşmelerin pek çoğuna ben de katıldım.
Türkiye’de herkesçe tanınan şahsiyetlerden kendisini ziyarete gelen insanlarla da karşılıklı görüş alışverişi yapıldı. Benzeri görüşmeler, vefat edene kadar devam etti. Bu görüşmelerde herkesi nezaketle ağırladı, öncelikle onları dinledi, onların sorularını cevaplandırdı. O da kendi fikirlerini onlarla paylaştı.
Amerika’da da Hocaefendi’yi ziyarete gelen insanlar, sadece Amerika’dan ve Türkiye’den değil ama dünyanın her yerinden ve her kesiminden idi.
hastalıkları esnasında, vefatları durumunda, kendilerine ve onların akrabalarına gerek sözlü, gerekse yazılı şifa dileklerinde ve taziyelerde bulundu. Bu insanlarla uygun zaman dilimlerinde görüntülü veya görüntüsüz görüşmeler yaptı.
İşte bu çerçevelerde, ben de Amerika’dan ve Türkiye’den tanıdığım insanlarla Hocaefendi’yi belli aralıklarla ziyarete gelirdim.
Bir seferinde Türkiye’den iki sosyal bilimci ve bir Tıp profesörü olmak üzere üç profesörle ziyarete gelmiştik . Bu misafirlerle tam üç gün boyunca karşılıklı görüşmeler oldu. İlk gün kahvaltıdan sonra misafirler, ilgilendikleri alanlarla, mesela sanatla, eğitimle, edebiyatla, uluslararası ilişkilerle, müzikle ve daha birçok konuyla ilgili sorular sordular. Hocaefendi de bu soruların hepsine uzun ve açıklayıcı cevaplar verdi. Karşılıklı fikir alışverişleri yapıldı.
İlk gün akşam, misafirlerimizle kalacakları yere gittiğimizde, ben misafirlerimize “Hocaefendi’yi nasıl bulduklarını’’ sordum. Üçü de bana, “Bu sorunun cevabı çok zor’’ dediler. Şimdiye kadar hiç böyle donanımlı, entelektüel birisiyle karşılaşmadıklarını söylediler. Sordukları hemen her konuyu çok mükemmel bir şekilde, eskilerin söylediği gibi, “Etrafını cami, ağyarını mâni’’ denilen, konuşulan konuyla ilgili her meseleyi o çerçeve içinde kalarak ve başka konulara girmeden ifade ettiğini belirttiler. Hatta onlardan birisi diğer bir arkadaşına, “Hocaefendiye soru soruyoruz, o her soruya sanki bu alanlarda eğitim görmüş gibi cevap veriyor, bizim hayallerimizin de dışında bir durum bu” dediler.
Üç günün sonunda, Hocaefendi’nin kaldığı kamp mekanından ayrılırken, Hocaefendi’ye çok teşekkür ettiler ve bu izlenimlerini hemen her yerde herkesle paylaştılar.
Onlar ayrıldıktan sonra da Hocaefendi, bu tanışma ve görüşmelerden çok memnun olduğunu, onların görüşlerinden de çok istifade ettiğini söyledi. Hatta, “Keşke bu görüşmelerimiz video kaydına alınabilseydi’’ dedi. Ben bundan şunu anladım: Bu şekildeki değişik bilim dallarına mensup insanlarla beraber olup, değişik konuları onlarla müzakere etme, bu konulardaki fikirlerini söyleme gibi durumlar, ancak uygun muhataplar bulunduğunda olabiliyor. Yoksa konunun uzmanı entelektüel muhataplar olmayınca, rutin o günle ilgili veya gelen insanların sorularını cevaplama şeklinde görüşmeler oluyor.
Ama bu çok değerli, donanımlı, seviyesi yüksek görüşme ve konuşmalar bu konuları bilen muhataplar arasında olabiliyor. Herhalde işte bundan dolayı Hocaefendi’nin “Keşke karşılıklı bu fikirlerimiz kayda alınsaydı da daha sonra insanlar bunlardan istifade edebilseydi’’ demesi de bunun içindi.
Bu konuşmaları dinleyen arkadaşlarımızla birlikte, Allah’a şükür Hocaefendi’yle misafirler arasındaki konuşmaları mümkün mertebe kaçırmadan ayrı ayrı not almıştık. Sonra da bunları birleştirdik ve ilgili arkadaşlarımıza ulaştırdık. Onlar da herhalde uygun platformlarda bu notları değerlendiriyorlar, değerlendirecekler.
Benzer şekilde, benim 1982 yılında İsviçre Cenevre’den Boston’a yanına geldiğim, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Kliniği‘nin hocalarından Prof. Dr. Nelson Kiang da, benim davetimle Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyarete gelmişti. Ziyarete gelmeden önce, Türkiye’de Fatih Üniversitesi’nde tertip edilen uluslararası bir kongreye katılıp bir bildiri de sunmuştu. İstanbul’da birlikte hizmet müesseselerini ziyaret etmiştik.
Daha sonraki bir zaman diliminde de Orta Asya’da bazı ülkelerdeki hizmet okullarını, bu ülkelerdeki iş adamlarını, öğretmen arkadaşları, yerel insanları da birlikte ziyaret etmiştik. Hoca, karşılık beklemeden, her türlü siyasi mülahazaların dışında yapılan bu insani yardım ve ilişkilerden çok memnun olmuştu. Bu fikirleri veren insanın Fethullah Gülen olduğunu söyleyince de, mutlaka kendisini ziyaret etmek istediğini söylemişti.
Fethullah Gülen Hocaefendi’den randevu aldık. Boston’dan bir arkadaşımızla birlikte Prof. Kiang, Hocaefendi'nin kaldığı kampa geldiler. Akşam yemeğinden sonra beraber oturduk.
Profesör Kiang, Hocaefendi’ye hemen her konuda çok soru sordu. Hocaefendi de bu soruları nezaketle ve geniş bir şekilde cevaplandırdı. Bu görüşmelerden sonra akşam istirahat edeceğimiz yere gidince ben kendisine, “Fethullah Gülen Hocaefendiyi nasıl değerlendirdiğini” sordum.
Kesinlikle karizmatik bir lider. Bir ayağını kendi konusu üzerine koyuyor ki o da İslam. Anlayabildiğim kadarıyla bu konuyu çok iyi biliyor. Diğer ayağıyla da gençlerle birlikte, bütün dünyada, hizmetle ilgili konular başta olmak üzere, eğitim müesseselerinin olduğu bütün ülkelerin ve dünyanın gündemlerini takip ediyor ve ilgileniyor.
Bu yaştaki insanlar çoğunlukla kendi yaşlarındaki insanlarla beraber olurlar ve yaşanılan zamanı ve çağı takip edemezler ve geçmişte kalırlar. Fakat Fethullah Gülen, gençlerle beraber yaşanılan zamanın problemlerini çözmek için birlikte konuşuyor ve çalışıyor. Böylece günü yaşıyor ve güncel kalıyor.
Bu iki özelliği taşıdığı için de daima insanlığa faydalı oluyor ve olmaya da gayret ediyor. Böyle insanlara dünyada çok az rastlanır” demişti.
Ertesi gün de kahvaltıda Fethullah Gülen Hocaefendi, misafirimize değişik sorular sordu. O da bunları çok güzel cevaplandırdı. Hocaefendi de Prof. Kiang için, “Bu insanın bilmediği yok, aynen Behlüldane gibi’’ demişti. Nitekim Profesör Kiang da çocukluğundan beri her gece sadece üç veya üç buçuk saat uyuyan, geri kalan zamanını da öncelikle kendi konuları olmak üzere, dünyada cereyan eden her hadise ile ilgili gelişmeleri okuyan ve düşünen bir insandı.
Harvard hem de MIT’nin (Massachusetts Institute of Technology) hocasıydı. Bu iki üniversitenin rektörleri de, hocaları da kendisini çok iyi tanır ve kendisine saygı gösterirlerdi.
Kendi alanlarında dünya çapında tanınan farklı bilim dallarındaki bu dört profesörle Hocaefendi’nin karşılıklı müzakereleri, aslında başlı başına bir kitap olacak özellikteydi. Hocaefendinin bu farklı dört alanda sorulan sorulara verdiği cevaplar karşısında, profesörlerin hayret ve takdirleri dikkate değer özelliktelerdi.
’zamanın ve mekanın dilini bilmek ve kullanmak’’ şeklindeki yaklaşımı, akademisyenler tarafından da çok değerli bulundu. Zamanın dili, “İçinde bulunduğumuz zaman diliminde insanların öncelik verdikleri konular, hangi konularda insanların hassasiyetleri nelerdir?” gibi konuları bilebilmek ve değerlendirebilmek anlamına gelir. Mekanın dili, “Yaşanılan şehir ve ülkede, insanlar neyi nasıl algılarlar, olaylara reaksiyonları nasıldır?” gibi yaklaşımları anlayabilmek manasına gelir.
Her ne kadar, bundan sonra, bu şekildeki önemli ve değerli insanlarla karşılıklı fikir alışverişleri, Hocaefendi’yle yüz yüze olamayacak da olsa, daha önce yapılmış ve kaydedilmiş yazılı ve görsel kaynaklar büyük oranda bu ihtiyaçları karşılayacaktır. Bu konularda yapılacak sempozyum, konferans, kongre gibi toplantılar da, yazılı ve görsel bu kaynaklardan yararlanılarak insanlık adına ciddi ve önemli açılımlara vesile olacaktır.