Etrafında yürüme yolları, yorulunca oturmak için yerlerin de olduğu bir parka gitmiştim. Bir bankta, orta yaşın üzerinde, bir şeyler düşündüğünü ve içinden bu düşüncelerini alıp verdiğini tahmin ettiğim birisi oturuyordu. Kendisine selam verip yanına oturdum. Kendimi tanıttım. “Hayrola derin düşünüyorsunuz, kafanızın içindekileri çözmeye mi çalışıyorsunuz” dedim. Hiç cevap vermedi, ama kafasını tasdik eder gibi salladı.
“Derdinize ortak olmak isterim” deyince, gözlerini gözlerime dikti. “Madem çok istiyorsun, sabrın ve zamanın varsa anlatayım” dercesine, filmlerde olduğu gibi, yılların tecrübelerini edinmiş, olgunlaşma yolunda bir bilge yaklaşımıyla, sanki teybin tuşuna basılmış da dinleniyor atmosferinde, tatlı tatlı, nazik nazik, sesini de yükseltmeden, karşıdakinin dikkat kesileceği tarzda konuşmaya başladı.
“Epey zaman oldu buralara geleli. Ben bir yabancıyım. Buraya doğduğum yetiştiğim ülkemden geldim. Gençliğimden beri yurtdışına çıkan birisiyim. Ama bu gelişim farklı oldu. Dönüşümün olup olamayacağını veya ne zaman döneceğimi bilmiyorum. Benim için meçhul. Her şeyimi ülkemde bırakıp geldim. Ailemi, arkadaşlarımı, köyümü, tanıdığım yakın uzak bütün dostlarımı, akrabalarımı... Bir daha onları görüp göremeyeceğim bana meçhul. Tabii ki gurbet çekiyorum ve hep o şarkıyı devamlı hatırlıyorum ve mırıldanıyorum; “Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde, hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde….’’
“Buraya geleli dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ayları, aylar yılları kovaladı, artık saymıyorum günleri. 2 ay önce, hemen her gün kendisiyle konuşmaya çalışıp, dualarını aldığım, 95 yaşındaki annem şuuru kapalı bir şekilde bir hastanenin yoğun bakımına kaldırıldı. Gidemedim. Gitsem de görebileceğim şüpheliydi. Çünkü gider gitmez beni de hapse atacaklardı. Zaten ne zaman kendisiyle görüşsek annem" bana bir şey olursa sakın gelme, çünkü dama (hapse) atıyorlarmış’’ derdi. Bundan bir ay önce de annemin vefat haberi geldi. Ona da gidemedim. Bunların içimde açtığı yaraları size anlatmam mümkün değil. Çünkü bazı şeyler, anlatılmaz yaşanırmış. İşte benim için de bu durum aynen böyleydi. Çocuklarımız ve yakınlarımız, onu köyümüzdeki mezarlıkta, rahmetli babam ve ağabeyimin yanına defnettiler. Hemen her gün konuşmaya çalıştığım annemi anarken, artık şimdi başına rahmetli kelimesini koyarak “rahmetli annem’’ diye anıyorum.
Bu gurbet günlerimde, ailemizin fertleri ile ve diğer tanıdıklarımla, gerek ülkemdeki gerekse benim gibi dünyanın her yanına dağılmış yakınlarımla, özellikle görüntülü telefonla görüşüp, hasret gidermeye ve bir nebze rahatlamaya çalışıyorum.
O esnada telefonu çaldı, açtı ve karşıdakine “ben sonra seni ararım“ deyip telefonunu kapattı ve bana dönerek, “birisiyle konuşurken telefon gelince, böyle yapmalı. Konuşmaya devam etmek, o anda yanında konuştuğun kişiye, onun zamanından alma olacağı için saygısızlık olur“ dedi ve o konuşmasına devam etti.
“Üniversiteyi bitirdim, uzmanlıklarımı aldım. Yurtdışında bunları geliştirip ülkeme ve insanımıza daha faydalı olma düşüncesiyle İsviçre’ye gittim. Alanımla ilgili çalışmalar yaptım. Bu ülkede kalmam oradaki hocalarca teklif edilmesine rağmen, ülkemin bana ihtiyacı var düşüncesiyle yurduma döndüm. Değişik şehirlerde ve değişik mevkilerde çalıştım. Zengin olma, şöhretli olma gibi düşüncelerim hiç olmadı Allaha şükür.
Mükemmel bir kılavuz ve rol model bir insanın anlatması ve motive etmesiyle, iyi niyetli, fedakar, cömert insanlarla birlikte uluslararası kabul gören eğitim müesseseleri kurduk, organizasyonlar düzenledik. Tabii seyri içinde kurulan bu diyalog köprüleriyle, öncelikle ülkemiz insanına, sonra da imkanlarımızın elverdiği ölçüde dini, kültürü, dili, memleketi ne olursa olsun dünyanın her yerindeki herkesle bu tecrübelerimizi ve ne imkanlarımız varsa onları da paylaşmaya ve onlara yardım etmeye başladık. Bunları yaparken bir yandan zamanın ve mekanın dilini kullanıyor, örf ve adetlere saygıyı ihmal etmiyor, bir diğer yandan da onların onur ve gururlarını rencide etmemeye çalışıyorduk. Her türlü kültürel özellikleri farklı da olsa, bu insanlarla bütünleşip adeta akraba gibi olmuştuk. Bu insani bağlar, halen de bütün canlılığı ile devam ediyor.
Dünyanın birçok ülkesinde, dini, dili, milliyeti, farklı kültürlerden gerçek kardeşlerimiz gibi gördüğümüz dostlarımız oldu. Onlar da bu kardeşliğe ve dostluğa aynı samimiyetle inanıyorlar. Birbirimizi düzenli arıyoruz, hal hatır soruyoruz. Acaba bundan daha büyük bir zenginlik olabilir mi bilemiyorum. Yarım asra yaklaşan bu çalışma ve gayretler esnasında, yurt içinde ve dışında hiç yüz kızartıcı bir durum, dini, siyasi ve kültürel bir müdahale olmadığı gibi, hiçbir ülkenin içişlerine de en küçük bir karışma olmadı.
Normal mesai saatleri içinde, mesainin gereklerini yerine getirdikten sonra, mesai dışında ve hafta sonlarında, tatillerde, bu çerçevelerdeki yurt içi ve yurt dışı ziyaretlerimizi sıklaştırdık. Bu ziyaretlere, ülkemizden iş adamlarını, akademisyenleri, sanatçıları, siyasetçileri de davet ediyorduk. Bu insanlar da gördüklerinden son derece memnun oluyorlardı ve ülkeye döndüklerinde bu güzellikleri herkesle yazılı ve görüntülü olarak paylaşıyorlardı.
Bu yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız işler karşılığında hiç kimseden, hiçbir ülkeden, hiçbir devletten, Rabbimizin rızasını kazanma dışında ne maddi manevi hiçbir beklentimiz, ne de gizli bir ajandamız olmadı. Bu çalışmalarımız esnasında, herkesi kendi konumunda kabul etme, ilgi sahası dışında kimsenin kalmaması, yaşama ve yaşatma ideali, her insan özel, her insan güzel, insana ve çevreye saygılı olma gibi evrensel insani değerleri esas alıyorduk.
“Sizi yoruyorsam burada kesebilirim“ dedi. Ben de “Siz yorulmadıysanız ben memnuniyetle dinliyorum ve dinlemeye devam edeceğim“ deyince kaldığı yerden devam etti.
“Benim ve benimle birlikte olan arkadaşlarımızla bu insani faaliyetleri yürütmeye çalışırken, ülkemde, devleti idare edenlerin de karıştığı, herkesin bildiği, gördüğü, şahit olduğu çok ciddi ve ileri seviyede yolsuzluklar ve hukuksuzluklar olmaya başladı. Bunlar her yönüyle ortaya çıkınca, bunları yapanlar, yaptıkları bu en hafif tarifi ile hukuksuzlukları ve yolsuzlukları örtmek ve suçu başkalarına atmak suretiyle, belki de insanlık tarihinde eşi benzeri nadir görülmüş, tamamen kasıtlı yalan bir algı yönetimine dayalı söylemler geliştirdiler. Bu söylemleri çok büyük yalanlarla destekleyip sürekli tekrar ettiler. Bizim bu fedakarca ve karşılıksız, insan olma ortak faydasından hareketle yapmaya çalıştığımız gayretleri ve faaliyetleri engellemek için akla hayale gelmedik metotlar kullandılar, kumpaslar kurdular.
Böylece dikkatleri kendilerinden başka taraflara çekmeye başladılar. Bunları, kendilerine göre en mükemmel ve sıfır hata ile pratiğe sokarak halkı yanılttılar, yanıltmaya devam ediyorlar. İnsanları birbirlerine düşürdüler. En yakın akrabalar bile kendi aralarında anlaşmazlıklara düştüler. Bu arada basın, yayın, adalet, eğitim ve ekonomi gibi temel müesseseleri ellerine geçirdiler ve kendi hukuksuz ve haksız işlemlerini bunları kullanarak kapatmaya çalıştılar.
Ülke bir baştan bir başa bir korku imparatorluğuna dönüştü. Sanki ülkenin üzerine bir karabasan çökmüştü. Kendileri gibi düşünmeyen, bu haksız ve hukuksuzluklara karşı çıkmaya çalışan her seviyedeki insanları hapislere atmaya, onların mallarına el koymaya başladılar.
Bu çok iyi yetişmiş, entelektüel, iyi eğitimli, özellikle başta kendi ülkesi, sonra da bütün dünya insanlığı için çalışmaya gayret eden insanlardan bir kısmı, en azından kendi canlarını kurtarmak için yurtdışına çıkmak zorunda kaldılar (kaçmadılar, çünkü kaçmak, Türkçede bir hırsız veya yolsuzun adalete yakalanmamak için yaptığı davranışa denir)’’
Ben bunları dinlerken zaman zaman empati yaptım ve bu yeni arkadaşım adına çok üzüldüm. Onu üzmemek için de üzüntülerimi belli etmemeye çalıştım. Ama yaşadığı hayat, hiç dayanılır gibi değildi. Kendisine “isterseniz biraz dinlenin, size soru sormakla dertlerinizi deştim ve sizi yordum, kusura bakmayın“ dedim.
O da bana “hayır hayır, bilakis derdimi birisiyle paylaşınca, ben de doğrusu biraz rahatladım, esas ben size teşekkür ediyorum“ dedi.
“Benim yapabileceğim bir şey var mı?“ diye sorunca da, “tabii ki“ dedi. “Bu olan hadiseleri başta yakınlarınızla, sonra da herkesle paylaşabilirseniz çok iyi olur. Böylece insanlar, yaşadıkları yerkürenin bir tarafında neler cereyan ettiğini anlarlar ve belki onların da şimdi bizim aklımıza gelmeyen kim bilir nice çözüm önerileri ve katkıları olabilir“ dedi.
Karşılıklı telefon numarası alışverişi yaptıktan sonra, “sizi yordum, ama son olarak diyeceğiniz ve demek istediğiniz başka şeyler varsa dinlemek isterim“ deyince o da “tabii ki“ dedi ve konuşmaya devam etti.
“Bu anlatmaya çalıştığım olaylar, ilk defa bizim başımıza gelmiyor. İnsanoğlu var olduğu günden beri bunların benzerleri hep yaşanmış. Sizin dini inancınız nedir bilmem ama ben Müslümanım. Allah, insanoğlunu yarattığı günden beri, değişik zamanlarda onlara kılavuz olarak peygamberler ve onlarla birlikte kitaplar göndermiş. Peygamberler, insanlara, neyi nasıl yapacaklarını, neleri yapmamaları gerektiğini, yıllarca bıkıp usanmadan, kendilerine yapılan zulümlere baş eğmeden, vazifelerine devam etmişler. Son peygamber olan Hazreti Muhammed (sav) ve ona indirilen Kur’an’la son nokta konmuş. Bundan sonra yeniden bir din, yeniden bir peygamber, yeniden bir kitap gelmeyecek.
Bu esaslara uyan insanlar hem bu alemde hem de ahiret denilen öbür alemde Allah’ın kendilerine mükafat olarak vaat ettiklerini alacaklar, uymayanlar da cezalarını. Bu imtihan devam ediyor. Şu anda bizim yaşadığımız bu haksızlıklar, zulümler de bu çerçevede. Biz bir yandan bunlara aktif sabır gösterirken, diğer yandan da aktif ümitle Allah‘ın bize verdiği kabiliyet ve tecrübeleri kullanarak, legalite ve genel geçer ahlaki prensipler çerçevesinde, Kur’an’i makuliyet içinde kalmaya ve bunları çözmeye çalışacağız. Çünkü Allah, Peygamber Efendimizle (sav) gönderdiği kitabı Kur’an’da bize “Sizden öncekilerin başına gelenler sizin başınıza gelmedikçe cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz“ buyuruyor. Öyleyse, demek ki herkes farklı şekillerde, benzer imtihanları yaşayacak, bizim şu anda yaşadığımız gibi.
Ben de işte bu parklara gelince, bu düşünceleri kendi kendime tekrar ediyorum, objektif olarak ve bu çerçeveler içinde kalarak başka neler yapmam gerektiğini, bu sessiz ve güzel ortamlarda kafamda alıp veriyorum. Bugün de Allah sizi karşıma çıkardı. Böyle olunca, kendi kendime konuştuğum şeyleri, bu sefer sizinle paylaşmış oldum. Tekrar görüşmek üzere’’ dedi ve kalktı.
Bu son konuşmaları dinlerken, gayriihtiyari gözlerim parkın diğer yanlarında dolaşıyordu. Teşekkür için kafamı ona doğru çevirdiğimde onu göremedim. Şaşırdım. Sağa sola baktım, bu insan yoktu. Sonra biraz kafamı toparlayınca kendime geldim. Evet o insan yoktu. Ve o bir yabancının da kendim, yani ben olduğumu fark ettim. Yani ben kendimle konuşmuşum. Sanki bu durumumu başkası da anlamış olabilir mi diye çekinerek etrafıma bakındım. Kimsenin olmadığını görünce rahatladım.
Ve bu yabancıyla konuşmam beni de ciddi rahatlattı. Onunla arada bir böyle buluşup sohbet etmemiz için birbirimize söz verdik. Bu tecrübemi de arkadaşlarımla paylaşmayı ve onlara da bazen bu şekilde dinlendirici, sessiz ve nezih ortamlarda, içlerindeki bu yabancıyla samimi bir şekilde dertleşmelerini, hasbihâl etmelerini, alıp vermelerini, fazlalıklarını atıp eksiklerini tamamlamalarını tavsiye etme ve hatta bu konuyla ilgili bir de makale yazmayı da düşündüm.
Parkta, bembeyaz pamuk gibi bulutların önde, masmavi gökyüzünün de arka planı tamamen kapladığı bir manzara insana huzur veriyordu. Ben de kalkıp yürümeye başladım. İnsanlar yalnız veya beraberce yürümelerine devam ediyorlardı.