Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1910’da Muhakemat ve Münazarat isimli iki eser yazdı. Bunlar 1911’de İstanbul’da basılıp neşredildi. İnsanlar bu iki kıymetli eseri anlamakta niye zorlanıyor ve bu değerli kitaplardan tam istifade edemiyorlar diye, yedi maddeli mazeretini şöylece beyan etmiş:
Evvela: Çocukluğumdan beri kâh kuyu dibinde, kâh minare başında gibi anlayış olarak istidad gösteriyordum. Kâh gayet dakik bir hakikat, elime geliyor. Kâh gayet tanışım ve dostum olan bir hakikat bana ecnebi oluyor, artık onu tanımıyorum. Hatta bir günde kâh gayet câhili kâh tecrübeli bir siyasi işe karışmak isteyen bir vaziyet alıyordum.
İkincisi: Meşrutiyetin ilanından az evvel yazı yazmakta tamamen ümmî, hem acemî idim. Daha sonra ne yazdımsa, üstadımız Meşrutiyetten öğrendim. Kalbin bahçelerinde yemişler kemâle erip olgunlaşmamışken, kopardım. Eğer size ekşi gelirse yüzünüzü ekşitip abus ve kamtarir olmayınız.
Üçüncüsü: Müstehak olmadığım insanların teveccühünden doğan yalancı bir şöhretimin bana yüklediği mühim vazife ile âcizlikten ileri gelen atlamaya, nümayişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım bir şeye girişmeye mecbur oldum.
Dördüncüsü: Fıtraten bendeki gurur, milliyetten bendeki fahir (övünme) mesleken bendeki tahdis-i nimet (mazhar olduğum nimeti anlatma) meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd (celâl ve celâdet meyli) ve nümâyiş meyli; Şaşı adama eserlerimde gerçeğinden fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet, enaniyet var. Benim değil, milletimin enaniyetidir. Benlik var… Benim değil sınıfım olan medrese melâikelerinin izzetidir.
Beşincisi: Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Hayal matbaamdaki tercüman acemi, ya kalbin sözünü iyi anlamıyor. Veya lisanının diline aşina değildir. Hem Türkçenin sarf, nahvini (fiil çekim ve gramerini) bilmediğinden; mânâya giydirdiğim üslubun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta ‘evet işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu’ gibi kelimelerin tekrarları sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyen râzı olamıyorum. Zira külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden ürker.
Altıncısı: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, hayalî mütercimin tercümesinde, hattatın yazısındaki matbaanın tab’ında, mütalaa edenin anlayışında bazen yanlış düşmekle güzel bir hakikat çirkinleşiyor.
Yedincisi: Şu ‘Muhakemat’ ve ‘Münazarat’ olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahraların bitki bitirme gücü fevkalâde büyütüp geliştirerek kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem büyük bir ağaç oldu, hem meyve verdi.
Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki; dağlar beni derelerin haşin ellerine fırlatıyordu. Onlar da beni sahraların yüzlerine çarpıyordu. Sonra milli ve İslamî hamiyet şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp, bazen rüzgar vurup derenin dibine düşmüş meyveleri ilaç için toplayıp, medeniyet şehrinin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid dağının yemişidir. Bir tâifesi ‘Ferraşin’ ovasının meyvesidir. Bir miktarı Beytüşşebab deresinde kırmızılanmış semeresidir.
İşte şu iki eseri yazdığım vakit; zaman kısa, mekân vahşi, ben seyyah, zihin karışık, vücud yarım hasta, yazmak acele olduğundan elbette karma karışık olur.
Ey ehl-i insaf! Mazeretim bu!.. Kabul ederseniz, insafın şanıdır. Etmezseniz emin olunuz; size minnet etmem. Hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm.
Şu eserin nağmelerini dinlemek için bir Kürd cesedini giymek, bir vahşî hayalini başına takmak gerektir. Yoksa ne dinlemek istemek, ne de işitmek tatlı olur. Ama Yeni Said döneminde yazdığı Risale-i Nurlar çok çok farklı ve şu yedi mazeret onlarda pek geçerli değil… Hârika eserler…. Bir de Eski Said döneminde yazdığı eserleri 1950’den sonra tashih ettikleri de öyle…