Eğitim gönüllülerinden bir arkadaşımız Hâkim Muhammed Amin (Emin) Beyle, Kenya’nın başşehri Nairobi’de bir Cuma günü Hurlingam Camiinde tanışıyorlar. Kendisine M. Fethullah Gülen Hocaefendinin “Kalbin Zümrüt Tepeleri” isimli kitabının İngilizcesi olan “Sufizm”i hediye ediyor. Bu kitabı büyük bir dikkat ve merak ile okuyan Hâkim Muhammed Amin, öbür Cuma günü yine Hurlingam’a gelip arkadaşımızı arıyor. Ama onlar o hafta başka camiye gittikleri için görüşemiyorlar. Sonraki hafta da aynı camide bizimkileri beklemeye başlıyor. Onlar gelince, kendisine kitap hediye eden arkadaşımıza Hakim Bey, “İki haftadır sizi arıyorum; nerelerdesiniz? Bu kitabı yazan zâtı tanımak istiyorum. Yaşamayan böyle bir şey yazamaz. Yaşadıklarını yazan bu zâtı çok merak ediyorum!..” diyor. Onlar kendisine M. Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında bilgi veriyorlar. Sonra “Burada ne yaptıklarını soruyor. Onlar da Eğitim Hizmetlerini anlatıyorlar. Çok memnun oluyor ve vefat edinceye kadar da Hizmet’e destek oluyor… Allah râzı olsun ve rahmet eylesin…
Evet, Hocaefendi bütün İslamî ilimlerde derin bilgilere sahip olmakla beraber, kılı kırk yararcasına ilmiyle âmil olduğu da bizlerin ve çevresindeki herkesin malumudur.
Âhir zamanda inkâr fitnesinin, bilim ve fen kıyafetinde insanlara uyutucu-zehir baz olarak yutturulduğu o şiddetli karanlıklarını aydınlığa çevirecek üç aşamalı tecdid halkasının ikinci zinciri teşkil eden dönemin temsilcisi olan bu zâtın takva ve ihlasını en yakından gören birisi olarak, onun böyle bir mânevî memuriyetle vazifeli olduğunda hiç şüphem yok…
Tanıdığımız ta o 1966 yıllarından itibaren hep Kitap ve Sünnete uygun yaşama idealine de şâhidiz. Bilhassa, vaazlarının, bizlere ders verdiği Arabiyat, fıkıh, tefsir, hadis ve kelamın dışında cumartesi pazarları tehzib-i ahlâk konuşmalarında bazan iki saati aşıp üç saata varan nasihatları içinde sahabe hayatından ve İslâm tarihinin altın sayfalarından aktardıkları harika konuşmalarda, telkini hep SİYER FELSEFESİ olmuştur. Yani Peygamber Efendimizin (S.A.S.) olayların çözümü konusundaki can alıcı nokta, meselelerin menatına ve illetine inme hususu… Tebuk’te olduğu gibi, “Bu dehşetli problemin çözümü için ne yapıyoruz? Ya Ebu Bekir, ya Ömer, ya Osman ne teklif ediyorsun?..” “-Malımın hepsini… Yarısını… Şu kadar deve yükü erzak, develerle beraber!..” cevapları gibi…
Eğer âlem-i İslam, hatta insanlığın büyük bir kesimi cehalet, fakirlik ve ihtilafın pençesinde kıvranıyorsa, bize yine Tebük’teki çözüm gibi bir davranış gerekir. Başka türlü bu kör düğüm çözülmez. Siyer felsefesi derken, Asr-ı Saadetteki olayların çözümünde kullanılan anahtarları iyi tesbit etmek ve hayata geçirmek… Hatta bunu sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için düşünmek… Üstad Bediüzzaman’ın Kastamonu Lâhikasında işaret ettiği gibi, bu güzel hizmetle “Dağlar gibi taşları bulunan içinde İslâmiyetin de bulunduğu bir kaleyi –bin senedir sağından ve solundan aldığı darbelerle aşındırılmış bir kaleyi tamire çalışıyoruz.” Bu kale İNSANLIK KALESİDİR…
Şimdi bu işin temsilcisine, “İşin bitti… Çekil artık… Bunu bir baskı ile değiştirmek gerekir” gibi cahilane sözler çok büyük saygısızlık ve maalesef bu işi hiç bilmemektir. Bu iş, birkaç kafadarın bir araya gelip kurdukları bir dernek, bir siyasî parti değildir ki, tabanda oluşturulan bir tepki ve baskı ile yok edilsin. Zaten hükmünü tamamlamışsa, onun bunun can yakıcı, incitici tepkilerine gerek yok kendi kendine tükenip biter. Ama hasar tesbitinden sonra toparlanıp bilakis daha canlı ve daha şuurlu bir dip dalga ile güzellik sergilemeye ve taptaze bir heyecanla kendini göstermeye başlamışsa, bir ucundan tutup gelişmenin hızlanmasını sağlamak gerektir… Neler oluyor bilmiyorsan, herkese kapı açık, gelip sorar öğrenirsin… Yoksa hariçten gazel okurcasına farkına varmadan bir yıkımcı ve tahribatçı olmaktan ileri gidemezsiniz… Böyle bir gaflet ise dünyamızı ve âhiretimizi yıkan bir felâkettir…