Büyük Ruhlu Küçük Ali Ağabeyimizin mektubu:
Aziz, şefkatli, muhterem üstadım!
Bulunduğumuz asır, mânevi seferberlik (harb) zamanı olduğundan, vücûdumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken.. bir gün işittim ki, "sağdan sola geçiniz" diye ilân ediyorlar. Ve otuz iki harfin bir kaç adedini gâib edip ilân edince öyle bir yara daha açıldı ki; evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki nass-ı Kur'ân'da:
Ashâb-ı Kehf Efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı -asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi- o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise; din-i Hak üzere bulunan ehl-i îmanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus, putperestliğe dâvet edip.. kabûl edenleri putlara kurban kestirip, kabûl etmeyenleri katl-i âm ettiği sırada, Ashab-ı Kehf Efendilerimiz mağaraya çekildiler.
Bana rü'yamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzamanı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak, cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi.. hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalb olduğundan, rü'yâyı anlattım. Pederim; "Bu zât Barla'ya henüz yeni geldi. Bir-iki sene kadar oldu. Git, mürâcaat et" dedi. Ben dedim: "Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük mânevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım? "Bana "git" denildi. Hitab iki oldu. Hemen, sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, fesübhânallâh dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczâlara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabûl edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten bir-iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; (yirmi ay mukaddem) bu yaralar içinde, her saat ve her dakika, "Elmevtü hakkun" kaziyyesini düşünüp, "Acaba benim hâlim ne olur?" derdim. Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa'yı (rahmeten vâsiaten) görünce ruhum biraz genişledi. Acaba, bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübarek Ramazan-ı Şerif gecesi üçüncü hitap olarak, yine rü'yamda, memleketimizin kenarında, üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığı ilân ediyor. Ve diyor; "Ben Kur'ân'ın dellâlıyım" diye yüksek sesle bağırıyor, ilân ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım...
Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü'minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslümana her saat, her dakika her an bağırıyor. Benim gibi zâhir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Mâdem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise, Risale-i Nur Külliyâtıdır.
“Ben âciz de Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumağa ve yazmağa başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler'i bütün kuvvetimle yazmağa karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: "Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın mânevî doktoru ve ilâçları ise, Kur'ân'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Onlara sıkı sarılalım."
Kuleönlü Büyük Ruhlu Küçük Ali Ağabeyi, 1970’li yılların başında ziyaret etmiştim. Allah rahmet etsin…