Cenab-ı Hak, vahyin bir ara kesildiği Peygamber Efendimizin (S.A.S.) o sıkıntılı döneminde birden “Senin için mutlaka son (gelecek âhiret) öncenden (evvelden, dünyadan) daha hayırlı olacak.” (Duhâ Sûresi, 93/4) buyuruyor. Peygamber olmadan önceki hâlinden elbetteki sonraki peygamberlik hâli daha üstün ve daha hayırlı idi… Adım adım İslâmiyetin gelişmesi hatta Efendimizin (S.A.S.) verdiği müjdelerin daha sonra Kisra ve Kayser mülklerinin fethiyle ilgili haberlerin tahakkuk etmesi gibi gelişmeler âyetin mânasının derinliğini göstermektedir.
Yani biz kendi arzu ve heveslerimizin gerçekleşmesinden çok, Cenab-ı Hakk'ın hikmetli icraatlarına bakalım. Hz. Meryem’in annesi Hanne, erkek evlat istiyor ama onun isteğini değil, Cenab-ı Hakkın hikmetli icraatı, bir peygambere anne olacak kız evladını veriyor. Hz. Musa ve Hızır kıssasında geçen azgın fıtratlı bir çocuğun öldürülüp yerine çok hayırlı bir kız evladı verilmesi de böyle… Bizim yakinen bildiğimiz benzer olaylar da var… Yani sonraki öncekilerden hayırlı oluyor…
Bu âyetin tefsirinde merhum Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle diyor: “Ve her halde son, bulunduğun her halin sonu (Ey Muhammedim, Habîbim) mesela hayatının başlangıcına nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin başlangıcından vahyin gelişine nazaran kesiliş hali, vahyin kesilişine nazaran tekrar böyle başlayış hâlî, böyle bir surenin inişinden sonra zamanla ulaşacağın her halin ard arda sonu, nihayet ölümden sonra âhiret nimeti, kısacası, peygamberliğinin başlangıcına nazaran sonrası, hayat ve ölümünde bulunduğun ve bulunacağın her hâlin önüne nazaran sonu ve bütün dünyaya nazaran âhiret senin için önceden, evvelden daima hayırlıdır. Yani sen böyle halden hale, hayırdan daha hayırlısına durmadan yüklenip gideceksin…”
Evet bu gerçek “aslî” olarak Efendimiz’de (S.A.S.) böyle olduğu gibi, onun davasına tam sarılan ve onu hayatının gayesi yapanlardan da “tebeî” olarak benzer şekilde cereyan eder.
Bildiğim kadarıyla M. Fethullah Gülen Hocaefendi ve ailesi, kendisinin Erzurum’dan ayrılmasını hiç istemiyordu. Ama kader onu Edirne’ye gitmeye mecbur etti… Orada güzel hizmetler etti ve Yaşar Tunagür Hocamız gibi hakikaten sahabe aşığı mühim bir zatla tanıştı ve onun ailesinden birisi gibi oldu. Yaşar Hocamız Diyanette birinci adamdan daha güçlü yetkilere sahip olduğu için Hocaefendi’yi İzmir’e tayin etmek istedi ama o başka yeri istiyordu. Arzusuna muhalif olarak oradan İzmir’e gelmek zorunda kaldı. Bilindiği gibi çok hayırlı hizmetlerin temeli İzmir’de atıldı.
Fakat, Hocaefendi'yi ve hedeflerini anlamayanlardan üzülerek ayrılmak zorunda kalan Hocaefendi, Kestanepazarı yurdundan ve derneğinden sonra, İmam-Hatiplileri ve İlahiyatlılar dışında bütün öğrencileri kucaklayacak bir organizenin içinde bulundu. Bu elbette daha hayırlı idi. Uzun zaman vaaz ettiği Camiden mahrum edilmesinden sonra Edremit’te ve Manisa’da vaazlar verdi ve gerçekten yepyeni sîmâların Hizmeti tanımasına vesile oldu. Oradan Bornova’ya geldi. Bornova, o zaman Türkiye’nin üç büyük üniversitesinden biri bulunan Ege Üniversitesinin olduğu yerdi. Bilhassa Cuma vaazlarından sonra Akşam-Yatsı arasındaki 2-3 saat süren soru-cevaplar üniversite öğrencileri için imanlarını müdafaa adına çok faydalı oluyordu. Bunlar daha sonra Sızıntı dergisinde neşredildi. Sonra da kitaplaştırılıp çeşitli dillere çevrildi. Merhum Hacı Kemal Ağabey de “Artık Hocaefendi İstanbul’a gitmelidir.” diyordu. Başta kendisi, biz hep İzmir’de kalmasını arzuluyorduk. Ama 1980 darbesinden sonra Sıkıyönetimin başında bulunan general Terzioğlu ise bu süreçte olduğu gibi kendi kafasından hükmü verdi ve Hocaefendinin fotoğraflarını teröristlerin yanında aranan kişi diye her tarafa astırdı. Mecburen Hocaefendi İstanbul’a gitti. Hizmette bir anda müthiş inkişaf oldu. Yine Hacı Kemal Ağabey gibi fedakârların gayretleriyle Orta Asya açılımları başladı. 1993’ten itibaren dünyanın ilgisini çekti. Önce bu eğitim faaliyetlerini devletin bir organizesi zannettiler. 1997’te Amerika’da bir araştırma enstitüsünde bu husus gündeme gelince, bir gazeteci ve emekli Büyükelçimiz Şükrü Elekdağ, öyle olmadığını bilakis, devlet destek yerine, köstek olduğunu ifade etti.
Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfının gayretleriyle ve Ramazan iftarlarına katılanlar ile diyaloglar başladı. Daha sonrası din mensupları arası diyaloglar başladı. Mesele, Papa görüşmesi konumuna gelince derinler harekete geçti. İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ı vuran tetikçinin, ‘Aslında önce bana Fethullah Hoca’yı vurmam emredilmişti. Sonra kararları değişti. Ben aldığım emir gereğince gidip Akın Birdal'ı vurdum.” demesiyle Türkiye’de kalmanın büyük risk olduğu anlaşıldı. Tedavi için gittiği Amerika’dan, gelen haberler sebebiyle artık dönmemesi gerektiği kanaati yerleşti. Ama Hizmet, böylece tanınması açısından büyük bir konum elde etmiş oldu.
Acılı, sıkıntılı, mengeleli ve cendereli bir sürecin içinde çırpınıp duruyoruz ama Mekke Müşriklerinin mecbur tuttuğu üç sene süren Boykot hadisesini de örnek olarak biliyoruz. Her bir dönemin kendisinden sonra daha hayırlı bir döneme hazırlık olduğunu da hakkal yakin şahit oluyoruz… Kendi nefsimize “zâlim olmak mı isterdin yoksa bu mazlumiyete râzı mısın?”, diye soruyoruz. Nasıl nefsimiz bile o üç senelik boykot döneminde Mekkeli zâlimlerin yanında olmak istemeyip, mazlum sahabelerin yanında olmak istiyorsa, şimdi de yine mazlum ve mağdurların yanında olmayı istiyor.
Artık herkes kendisine göre yerini seçsin…