M. Fethullah Gülen Hocaefendi Terbiyede Tedricilik hususunda şöyle diyor:
“Tıpkı dünyaya gelen çocuğun beslenmesinde, çocuk doktorlarına müracaat edip ‘Şu haftanın, şu ayın gıdası nedir?’ diye konuyu bir REJİME bağladığınız gibi bu mevzuda da ehil kimselere müracaat edip ‘BEŞ YAŞINDA ÇOCUĞUM VAR NE YAPAYIM?’ ‘ON YAŞINDA ÇOCUĞUM VAR NE YAPAYIM?’ ‘ON BEŞ YAŞINDA ÇOCUĞUM VAR NE YAPAYIM?’ diyerek halini arz ederek UZMANLARIN DÜŞÜNCESİ ALINMALI ve her mevzu onların mütalaalarına bağlanmalıdır.
“Evet her anne-baba ehline, mütehassısına giderek, reçete alıp çocuğunu o reçete ve kurallarla yetiştirmeye çalışmalıdır. Çocuğunuz lise seviyesine gelmişse, delilsiz, mesnetsiz ‘Allah (c.c.) vardır.’ Demeniz, bazen Allah’ı (c.c.) inkâr etmesinden başka bir şeye yaramayabilir. Belki o noktada biraz da felsefe ile mezcedilmiş ilimle, dinî bilgiler müşterek verilmelidir ki, tesir icra etsin. ama, çocuğunuz daha ilk mektepte iken felsefe dersi vermeye kalkarsanız, onun kafasını bütün bütün bulandırmış olursunuz. Öyleyse bir hekim gibi, çocuğun seviyesini, devrini, kültür muhitini bilerek ona göre bir şeyler verme mecburiyetindesiniz.”
Zamanında önce hazmedemeyeceği mânevi gıdalar ve üst konumları ileride problem olarak karşımıza çıkabilir. Bazı çocuklar hiç hak etmedikleri halde büyükler içinde bulunma konumunu hazmedemeyip, “Bildiğimiz şeyler tanıdığımız kişiler, zamanında biz onlarla oturup kalktık, siz kim oluyorsunuz, biz o işleri sizden iyi biliriz” gibi beylik sözlerle yapılan ciddi-büyük hizmetleri küçümseme ve uzak durma talihsizliğine maruz kalabiliyorlar. Bu erken bıkma ve bıkkınlığa karşı da dikkatli olmak gerekiyor.
Vehen İlleti
“Sahabe ‘VEHEN nedir. Yâ Rasulullah?’ diye sorunca Efendimiz (S.A.S.) buyurur ki: ‘Vehen, dünya sevgisi… Dünyayı birinci planda ele alma ve ölümden ürkmektedir.” (Ebu Davud, Melahim, 5) (…) Öyleyse, gayet imanlı, olabildiğine maddî-manevî açıdan GÜÇLÜ… Dağları delecek kadar İRADELİ… Dünyayı nefsine bakan yönüyle hor ve hakir görecek kadar BASİRETLİ… Vehene gönlünde yer vermeyecek ölçüde RABBÂNÎ… Düşmanları karşısında tepeden tırnağa MEHÂBET… ŞEBÂBET DOLU BİR NESLİN YETİŞTİRİLMESİ bizim için en büyük gaye olmalıdır.
Kadının Vazifesi
“Her aile reisine düşen ilk vazife, evvela seçeceği hayat arkadaşını ‘Müslimât, mü’nimat, kânitât, sadıkat, sâbirat, hâşiat, mütesaddikat, sâmiât, hâfizât, za’kirat’tan (Ahzab Suresi, 33/35) ve ‘Sâlihât’tan (Müslim, Radâ, 59) seçmek olmalıdır. İşte böyle mazbut bir Muallime, Mârebbiye, hayatta kendisiyle herşeyi dertleşebileceği, paylaşabileceği bir hanımefendi dünyevî-uhrevî mutluluğun en önemli esasıdır. Evet, insanın, dünyevî uhrevî duygularını şerh ettiği zaman bu duygularını anlayabilecek kafa ve kalbe sahip bir eşinin olması çok önemlidir. Dolayısıyla, o evde yaşayan çocuklar, o muallime ve mürebbiyenin nezareti altında yetişmiş olacaklardır.”
Keyfiyeti (Kaliteyi) Öne alma
“Mühim olan derinliktir, ağırlıktır, çaplı olmaktır. Ancak Sahabeler mukarrebîn oldukları için, Huneyn günü (‘Bu çok büyük ordunun önünde kimse duramaz’ diye düşündüklerinden dolayı) orada muvakkaten sarsılıp geriye çekilmeleri onlara göre bir günahtır, bizim gibilere göre değil. Burada vurgulamak istenen, dünyanın neresinde ve hangi devrinde olursa olsun, kesretin (sayı çokluğunun) mühim olmadığıdır ki, KUR’AN-I KERİM de bize bunu anlatıyor. Bu âyetten meshedilmesi ve hükmünün geçmiş olması düşünülemeyeceğine göre hangi coğrafyada olursa olsun, Müslümanlar sayı çokluğundan ziyade her şeyi Allah’la münasebete, keyfiyete, iç derinliğine bağlamalıdırlar (Yani yetişecek nesiller böyle kaliteli olmalılar.)
Çocuk yaşında Hocaefendi bir taraftan hafızlık çalışıyor, diğer yandan da koyun sağıyor, hamur yoğuruyor, bulaşık-çamaşır yıkıyor, annesinin tarif ettiği şekilde yemek yapıyordu. Bu sayede börek, kadayıf dolması, tel helva gibi zor yapılan yemeklerde bile ustalaşmıştı. Küçük kardeşlerine de bakan Hocaefendi, yıllar sonra en küçükleri Fazilet Hanımı, çocukları, torunları içinde otururken görünce ‘Ben Fazilet’i daha dün sırtımda taşırdım bugün anne anne olmuş!.” diyerek o günleri anmıştı. Evde kendi işlerine yardımcı olduğu için Refia Hanımın nezdinde Hocaefendi’nin ayrı bir yeri vardı. Kendisi bunu şöyle anlatır: “Anneme yardım ettim. Onun için bana bakışı hususi idi. Ben de yanında çok durmadım ama hem oğlu, hem kızı, hem arkadaşıydım.”
1968-1969-1970 yıllarının yaz aylarında iki ayı aşkın devam eden İzmir Kaynaklar kampında, 200-250 öğrencinin yemeğini yapacak aşçı olmadığı için yemek tariflerini yapar, tatlıları da bizzat kendisi hazırlardı. Bu hatıradan anlıyoruz ki, aşçılığı çok küçük yaşlarda öğrenmişti.
Yine o küçük yaşlarda hak ve hukuka dair çok hassas yetiştirilmiş olduğunu da anlıyoruz. Babası, Alvar’a imam olarak gidince Hocaefendi bir gün köyleri Korucuk’a oradan büyüklerini ziyaret için gitmişti. Babaannesi yanında kalan torunu Nurhayat’a avlunun bir kenarında dağlardan yeni getirilen çalı süpürgelerini işaret ederek “Kızım, o süpürgelerden yarısını böl, bağla da Hafız’a (Hocaefendiye) ver, götürsün Alvar’da annesine lâzım olur.” der. Nurhayat süpürge bağlarını hazırlar ama Hocaefendi, süpürgeleri almaz ve beklemeye başlar. Nurhayat birkaç defa alıp götürmesi için ikaz etmesine rağmen, “Tamam götüreceğim” der ama oturmaya devam eder. Bu sefer ninesi Munise Hanım “Niye götürmüyorsun?” diye sorar. Israrlar karşısında Hocaefendi şöyle der: “Amcamlarımı bekliyorum. Bu evde onlar da yaşıyor, hakları vardır, rızalarını alayım, öyle götüreyim” der. Munise Hanım kızarak, “Ben gönderiyorum, onlar ne karışıyormuş.” der ama ancak amcalar eve gelip izin verdikten sonra süpürgeleri alıp Alvar’a götürür…