Tefânî sırrını Üstad, İhlâs Risalesinde şöyle izah ediyor: “Kardeşlerin birbirinde fâni olmasıdır. Yani nefsânî hissiyatını unutup, kardeşlerinin meziyetleri ve hissiyatı ile fikren yaşamaktır. (...) Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fânî edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, aramızda bu nevi makam sevgisinden gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün aykırıdır. Mâdem kardeşlerin şerefi umumiyle her ferde ait olabilir; o büyük manevî şerefi, kendini ön plana çıkarıp empoze edercesine, rekâbet hissiyle, şahsî, cüzî bir şerefe fedâ etmek, Nur Talebelerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.”
“Şahsiyetini kardeşler içinde fânî etme” meselesini de hâşiyede şöyle izah ediyor: “Evet, bahtiyar kimse, Kur’ânî kevserden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”
Üstadımız Re’fet Beye yazdığı mektubun devamında şöyle diyor: “Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali’nin (Nur fabrikasının sahibi) kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz (büyük bir ihtimalle Gül fabrikasının sahibi Hüsrev Altınbaşak) hakkında gösterdiği kardeşlik hissini çok kıymetli gördüğüm için size beyan ediyorum: O zât yanıma geldi, ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder.’ dedim. Baktım ki, Hâfız Ali tam bir samimiyet ve ihlâs ile, onun üstünlüğü ile iftihar etti, lezzet aldı. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celp ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimi olduğunu hissettim. Cenab-ı Hakka şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah, bu his büyük hizmet görecek.”
1975 senesinde Isparta’da kısa dönem yedek subay eğitimi aldığım sırasında tatil günlerinde Vahdet Halı’nın sahiplerinin ziyaretine giderdim. Orada dediler ki: “Bir zaman Nur fabrikası ile, Gül fabrikası sahipleri arasına, kırgınlık gibi bir şey girecek oldu. Bunu hissedince Hâfız Ali Ağabey hemen kağıt, kalem, mürekkep ne varsa hepsini toplayıp Hüsrev Ağabeyin yanına geldi ve her şeyi önüne koyup ‘Ağabey, her şeyimle yanına geldim, emredersen her şeyi bırakırım. Eğer izin verirsen yazmaya devam ederim!’ dedi. Artık arada problem olacak hiç birşey kalmadı.”
Ne büyük bir ruh ki, nefsini her an ayaklarının altına alıp ihtilaf ateşlerini söndürmeye hazır. Fedâî bir şehid namzedinin ruhundan zaten daha başka bir şey beklenemezdi ki... Cenab-ı Hak aynı anlayış ruhunu bizlere de bahşetsin... Âmin...
Nasıl namaz kılarken, imam efendiler: “Saflarınızı sık ve düzgün tutunuz” diye ikazda bulunurlar. Çünkü aralarda boşluklar, eğri ve büğrü durumlar olursa, şeytan buradan fırsat bulup aranıza fitne sokabilir. İman ve Kur’an hizmetinde de safları sık tutmaya çalışalım ki aramıza insan ve cin şeytanları girmesin, giremesin…
Eğer Üstad Hazretlerinin dediği gibi bir buz parçası hükmündeki enâniyetimizi Kur’anî Kevser Havuzuna atıp eritebilirsek hiçbir problem kalmaz. Çünkü 21. Lem’a’nın Dördüncü Düsturunda beyan edildiği üzere deniliyor ki: “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şükrederek iftihar etmektir.
“Ehl-i tasavvufun arasında fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-Resûl’ ıstılahatı var. Ben sofî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvan suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna TEFÂNÎ denilir. Yani birbirinde fâni olmaktır. Yani kendi nefsanî hissiyatını unutup, kardeşlerinin meziyetleri ve hisleriyle fikren yaşamaktır.”
Böyle olunca, hayır ve güzellikte birlikte bir şirket-i mânevî şirket kurduğumuz için herkesin sevabı kendisine aynen verileceği gibi, Kevser-i Kur’aniye havuzunda benlikler eritilip yek vücut, tek vücut haline gelindiği için herkesin sevap hanesine milyarlarca sevap gelir. Onu, her birimiz ömrümüz boyu başımızı secdeden kaldırmasak bile o sevapların binde birini bile kazanamazdık.