“Küfür ve dalaletin dışında her şey için Allah’a hamd olsun. Küfür ve dalalet O’nu kaybetmek O’ndan kopma demektir. O’nu hiçbir şey ile telif edemezsiniz. Doğruyu gören, doğruyu duyan, doğruyu söyleyen kalp ibresi hiç inhiraf etmeyen ne babayiğitler vardır bilemezsiniz; niyetleriyle rampadan uçuvermişlerdir kurbet ufkuna. Ufuk açık, yol açık, iş cehte ve gayrete kalıyor, sen güç ve takatini yettiği yere kadar yapacaksın, güç ve takatinin yetmediği yerde de niyetinle doldurmaya bakmalısın. Yani size gösterilen hedef ve çıta sizde hiçbir zaman ye’is ve ümitsizliğe sebebiyet vermemelidir. Cenab-ı Hak bakarsınız sizin niyetinizdeki azim ve kararlılığına göre çok şeyler ihsan ediverir. O çok küçük niyetlere bile çok şeyler ihsan etmektedir. Adam seyyieye niyet ediyor, tuh diyor vazgeçiyor, bu fenalıktan vazgeçtiği için Allah ona sevap yazıyor. Burada iradesinin hakkını verdiği için veriyor. Bir de niyet ediyor kötülüğe ramak kalmışken önüne bir engel çıkıyor o kötülüğü yapamıyor, burada iradi olmadığı için ona bir seyyie yazıyor. Bu da Allah’ın bir lütfu. Haseneye gelince 10 veya 100 yahut 1000 yazıyor, seyyieye gelince bir. Bunlar Allah’ın ulûfe-i şahanesi.
“Hep bir kurtulma ümidi ile yaşıyorum. Sırattan geçenlere sen de geç, sende geç derken bana da sen de geç derler ümidini hep taşıyorum. İyi ki yarım yamalak ta olsa seni bulmuşuz. Allah’ın lafzı celalini resimde görünce âşıklar gibi gidip öpesim geliyor.
“Merak ilmin hocasıdır derler, ama buradaki ilim marifet yüklü, aşkla, iştiyakla dolu bir ilim olmalı. Merakla bazı şeylerin mahiyetlerini çalışırız. Zat-ı ulûhiyet hakikati nedir, Rububiyetinin tecellileri nelerdir, Efendiler Efendisi ne ifade ediyor çerçevelerini aşkın şekilde mahiyetü’l nefsül emriyesiyle tanımaya, anlamaya çalışırız. Zat-ı ulûhiyetin asarı üzerinde derinliğine vicdan enginliğiyle ulaşabildiği kadar ulaşıp merak saikasıyla tanımaya çalışırız. Her şeyi ihata eden O (c.c.) hata edilemeyeceğinden asarındaki tecellilerden hareketle insan gidebildiği kadar gidip O’nu bilmeli ve marifete ermelidir. İnsanın bir gaye-i hayali (hedefi) olmalı. O’nu bilme adına, bundan daha güzel, daha öte bir gaye-i hayalde olamaz zaten. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle her şeyi yaratan, her şeyi ihata eden Rabbimizi bizim bilebileceğimiz noktaya kadar bilmemiz bizi yanıltmayacak olan rehberimiz Kur’an-ı mucizil beyana müracaat ederek bilme, eğer bu ölçüde bilirsek hayatımız ona göre şekillenmiş olacak, O’nu bildikçe daha da O’nu bildirme aşkı içimizde doğmuş olacaktır. Nasıl olur da bütün tecellileriyle içimize doğan bu Zat-ı başkalarına duyurma heyecanı ile dolmuş olamayalım. Bu mevzuda zevk-i ruhani tecelli ettiğinde de hel min mezid diyerek o hakikatlerin arkasından koşup da, “Allah’ım sana binlerce hamd olsun bana kendini bu seviyede de olsun bildirdin” diyerek kovanı o kuyuya daldıracak ve hel min mezid ruhuyla durmadan çekecek, çekecek ve kovanı doldurmaya bakmalısınız. Niyetlerinizin enginliğiyle dolmuş olursunuz. Ulvi hakikatleri içinizde böyle duyduğunuz takdirde müessir olunabilir. Gerçi duymadan duyurma mevzuunda ulvi hakikatleri kendi içinde tam okuyamadığından dolayı bir şey diyecek durumumuz yok, ama O’nu anlatmaktan, O’nu duyurmaktan da dûr olmamalıyız. Madem söylemek, duyurmak zorundayız o zaman dolmalıyız, duymaya bakmalıyız. Bu meseleyi insanlara anlatmadaki müessiriyet anlatanın dolmasıyla, duymasıyla olur. Üstad’da tam bunu görürüz, O’nda çok farklı bir derinlik vardı. Dedikleriyle yaşayışı arasında tam bir uyum vardı. Bu O’nun çevresine de sirayet ediyordu. İstemekten dûr olmamak lazım, “Rabbim sen beni nasıl görmek istiyorsan, ben öyle olmak istiyorum” demeden dûr olmamak lazım. Kim bilir belki bir gün o işi düşe kalka yaparken ifadelerinizin içine de dolduruverir. Cenab-ı Hak bizi de bir seviyeye getiriverir. Siz yapılacak olanı yapmaya bakın, üzerinize düşenleri yerine getirin, kalplerde o meşaleyi yakacak olan Allah’tır. (c.c.)
* * *
“Makamımız, payemiz, âlemin parmakla bizi göstermesi gibi durumlar hiç farkına varmadan gizlice içimizi bir yerlere kaydırabilir. Allah derken bile hiç farkına varmadan kendimizi seslendiririz. Bu ve buna benzer durumlardan sıyrılabilmek bir insan için çok zor olacağından Cenab-ı Hakkın affı ve bağışlaması bütün ümidimiz bu. Bu günün şartları içinde içi dışı bir olma inancını tabiatına mal etme, o ölçüde Müslümanlığı yaşama çok zor olduğundan Üstad Hazretleri günümüzün şartlarının ağırlığı ölçüsünde takvayı, farzları ikame ve kebairden içtinaba bağlıyor. Nazarî, amelî, ruhî, kalbî Müslümanlık bunlar farklı duyma ufuklarıdır. Yaşama, yaşamayı tabiatının bir yanı haline getirme, maksud olan budur.
“Ama hâlâ işin koridorunda olanlara gelince, onların işi de Allah’ın rahmetine kalmış demektir. Bu dönemin şartları içinde kalp ve ruh yörüngesinde olma, hep O’nu duyma, O’nunla olma bu kirlilikte oldukça zor. Ama sokaktaki sıçrantılar gibi bevla-i amm kabilinden ele alarak, çağın sesi Üstadın içtihadına tabi olmak gerekiyor. Ama siz ashabı görseydiniz deli derdiniz, onlar niçin neden demeden rıza-i ilahiyeyi araştırıyorlardı. Onlarda sizi görseydi Müslüman değil herhalde bunlar derlerdi diyor. Hasan Basri Hazretleri; “Hayır Yâ Rab biz sensiz edemeyiz, imansız olamayız, tut elimden tut” İslam’ın, imanın en küçük parçasına Elhamdülillah, küfür ve delaletten başka her şeye Elhamdülillah demeliyiz.
“Az da olsa, yarımda olsa kapı önünde, koridorda da olsa o kadarcık Müslümanlığımıza da hamd edelim. Bizi Müslümanlığa getirmiş. Bize düşen herkese hüsn-ü zan etmek. ‘İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak en güzel ibadettir’ buyuruyor Efendiler Efendisi.
* * *
“Kendine az beğeni hakkı çıkaran, kendini beğenen başkasını beğenemez. Kendini yerden yere vuran temkinli olanlar hislerini doğru ifade edebilirler. İçine hiçbir şey karıştırmadan O’nun istediği gibi sürekli kendini nefyetme, içimizde böyle kılı kırk yararcasına hiç kendini ifade etmeyen az da olsa insanlar da vardır, Allah bizi onlara bağışlasın.
* * *
“Ya Rabbi! Bu ellerin sana kaldırılması ayıp, ama başka çarem yok, başka gidecek kapımızda yok. Ben ellerimi Efendimizin Aleyhisselatü vesselamın elini altına koyuyor gibi O’nun şefaatini dileyerek saba yakarıyorum derken sebepler üstü bir şeyler bekleyerek elleri açma halis bir ubudiyete taalluk eder. İnsanın Allah ile alakası, Allah’ın kuluyla muamelesi karşılıklı devam eder. Bu irtibat çok önemli, sevgiye, iştiyak, aşka varan bir alaka o muamele çok önemli. Sen çok önemli bir dergahla irtibata geçiyorsun. Çok yakışıklı düşen güzel sözlerle Allah’a yalvarmalısın. Aleyhisselatü vesselamın yakarışlarıyla yakarma, Allah’ım Efendimizin senden hayır adına istediği şeyleri biz de istiyoruz diyebilme. Hele en sıkıştığımız o ıztırar hallerindeki dualar daha da makbuldür. Dua talebi de çok önemlidir. Efendimiz de rahatsızlandığında dua talep etmiştir.
“Son anlarında canım çıksın Efendimiz'in (S.A.S.) başı ağrıyordu, bir şeylerle sıkıyordu. Hz. Aişe validemize de “dua et” diyordu. Belaya en çok maruz kalan, pençesine düşen en büyüklerdir, Sultan-ı nebiyyindir. Hz. Aişe validemiz elini tutarken, dua ederken elini çekiyor “errefikela’la” diyor. Bir seyahatin söz konusu olduğu o noktada… Efendimiz kaç kere umreye, hacca gidenlere kardeşim bana da dua edin demiştir. Hz. Ömer’den, Osman’dan, Ali’den, Ebubekir’den dua talep ediyorsa bu mesele sıradan bir mesele değildir.
“Eğer bugün birilerinden dua talep etmek beylik bir şey gibi aşağıya düşüyor gibi oluyorsa evvela dua talep edenin çok ciddi olarak talebini içten ve samimi söylemesi lazım. Üstad Lahikalarında “dualarıma kattım” diyor. “dualarımın içinde yâd ediyorum” diyor. Çok basit mesele değil bu. Bu bir civanmertliğin vefa hissinin ifadesidir. Allah’ım ben kendi hakkımda bir kere derken daha ziyade arkadaşlarımı seslendirdim diyebilmektir. Şuurla vizelendirerek, duyarak istemesini bilmek lazım. Dua isteyen ayağa düşürmemeli, samimi ve gönülden dua talep etmeli, kendinden istenende kardeşlerine olan vefasının gereği duadan onları mahrum etmemeli, eğer size hüsn-ü zan etmişlerse o zaman size düşen gece kalkıp eşref saatlerini kollayarak şu kardeşim, bu kardeşim diyerek gayblarında dua etmek vefa borcudur. Allah’tan hangi dilde lütuf, ihsan, inayet isteyebiliyorsanız isteyin, Allah her dili bilir. Bilhassa ümmet-i Muhammed’in salahını, mağfiretini, inayetini, hıfzını abdallar gibi sabah akşam isteyin.
“Biz dar insanlarız, ufkumuz dardır. Kendimizi, bedenimizi düşünme gibi cismaniyetimize takılma gibi zaaflarımız vardır. Allah’ım ne olur bu ve bunlara benzer zaaflarımızı bağışla, bizi nefsimizle baş başa bırakma.
“Dua için size gelip teveccüh edebilirler, size hüsn-ü zanları vardır, ama size düşen ifade ve tavırlarınızla gelin size dua edeyim, gelin size bir şeyle yazayım demek doğru olmaz.
“Mebde-i hayatında müntehasında, Allah karşısında hep dimdik durmuş, hep istikamet üzeri olmuş. Cenab-ı Hakkın vefalı ve sadık kullarından dua talep edilir, ama o da haddini bilip, Allah’ım bana hüsn-ü zan etmişler, sen bunları yalancı çıkarma diyerek duasında vefalı olmalıdır. Eğer siz de bunu Allah’tan bilirseniz Cenab-ı Hak O’nunda samimi teveccühüne verir. Aynı zamanda o zatın enaniyeti de beslenmez hem siz, hem de o şirke de girmemiş olursunuz.”
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin Şubat 2009’daki sohbetlerinden derleme bu sözlerinden ibret ve ders almamız gerekiyor…