Hicri birinci asrın sonu ile ikinci asrın başlarında Mekke, Medine, Basra, Kûfe gibi İslâm merkezlerinde misli görülmemiş ilim adamları yetişiyor, benzerlerine rastlanmayan mâneviyat büyükleri zuhur ediyordu. Bu eşsiz ilim ve irfan âbideleri bulundukları çevreleri aydınlatırken iktisap ettikleri feyizden halkı ve ilim talibi Müslümanları da hissedar ediyor, hizmetten geri kalmıyorlardı. Mekkeli Süfyan İbn-i Uyeyne de, bu irfan âbidelerinden biridir. Bu müctehid, hem ilimde, hem de takva’da örnek bir ilim adamıdır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Yedinci Söz olan İctihad Risalesinde diyor ki: “İşte o devirde (Asr-ı saadette ve tâbiîn döneminde) zihinler ve kalbler ve ruhlar, bütün kuvvetiyle, yerlerin ve göklerin Rabbinin rızasını anlamaya ayarlı olduğundan, insanların günlük hayattaki sohbetleri, konuşmaları, halleri ve yaşadıkları hadiseler bununla ilgiliydi. Her şey Allah’ın rızasını kazanmak için yapıldığından, güzelce bir kabiliyete sahip herkes kalben ve fıtraten, farkında bile olmayarak sürekli bir marifet dersi alıyordu. Hâdiselerden ve sohbetlerden bir şeyler öğreniyordu. deta her şey bir rehber hükmüne geçip o insanın fıtratını ve kabiliyetlerini içtihada hazırlıyordu. Hatta şu fıtri ders, insanları o derece aydınlatıyordu ki, neredeyse çalışmadan, içtihada kabiliyetli hâle getiriyor. detâ ateşsiz nurlandırıyordu. İşte böyle fıtrî bir ders alan istidatlı bir insan, ictihad ilmini öğrenmeye başladığı vakit, bir kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına erişir ve o insan kısa zamanda müctehid olurdu. (…)
“İşte bu yüzden zamanımızda bir insan; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip âlimlerle münazarada bulunan Süfyan İbni Uyeyne gibi bir müçtehidin zekâsına sahip olsa bile, Süfyan’ın ictihad ilmini kazandığı sureye nisbeten on kat daha fazla zamana muhtaçtır.”
Süfyan İbn-i Uyeyne diyor ki: “ lim haramı-helâlı bilen değildir. Bilakis bildiğiyle amel edendir.”
Zaten her zaman “Allahım, bizlere hakkı hak olarak göster, ona tâbi kıl; bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan uzaklaştır.” diye dua etmeliyiz.
Menkıbeye göre; Hz. İsa ve Hz. Yahya Peygamberler, birlikte gezerler ve halkı irşadda bulunurlardı. Lâkin İsa Aleyhisselam, uğradığı yerin şerlilerini çağırır, onlarla sohbette bulunurdu. Yahya Aleyhisselam ise, hayırlılarını çağırır, onlarla sohbet ederdi. Bir ara Yahya Aleyhisselam tebliğ ve irşad arkadaşına sordu: ‘Yâ İsa, ben halkın hayırlılarını çağırıyor, onları ikaza çalışıyorum. Sen ise muhitin şerlilerini çağırıyor, onlarla uğraşıyorsun, bunun sebebi nedir?’ Hz. İsa leyhisselam şöyle cevap verdi: ‘Ben bir doktorum, bana hasta olanlar gelmeli; ilacı yaralı olanlara vermeliyim. İyilerle işim yoktur benim!’
Süfyan İbn-i Uyeyne’nin de aynı yolu takip ettiği, kendisini dinlemeye gelenlerden belli olmaktadır. Bizzat amel etmediği şeyi tavsiye etmeyen Hazret, önce kendi nefsinde yaşar, sonra çevresine tavsiye ederdi. İşittiği sözleri hemen başkalarına anlatmayı tercih edip kendi nefsinde amel etmeyi ise arka plana alanlara yaptığı konuşmada da şöyle derdi: ‘İlim önce dinlenir, sonra düşünülüp benimsenir, bundan sonra da amel edilir. Anlatmak ise bundan sonra gelir.’
Demek ki, ilim sadece başkalara anlatmak için öğrenilmez. Ama o yine de Hz. İsa Aleyhisselamın şu sözünü naklederdi: “İlmin de ehli vardır. Onu ehlinin gayrısına verirsen zâyi etmiş olursun, ehlinden esirgersen ihanette bulunmuş sayılırsın.”
Kul hakkından çok korkan Hazret, bu hakların içinde namus ve şereflere düşme hakkından da titrerdi. Şöyle derdi: “Bir insanın malına, tarlasına tecavüz eden kimse, o insanın ölmesiyle tecavüz ettiği hakları mirasçılarına iâde ederse, kurtulması ümit edilir. Ama o kimsenin namusuna hakarette bulunmuşsa, namus sahibinin ölmesiyle mirasçılarından özür dileyerek helâlleşmesi mümkün olmaz. Öyleyse müminin şeref ve haysiyetine tecavüz, malına tecavüzden çok büyük vebâl getirmektedir.”
Arkadan konuşma konusunda da şöyle der: “Bir kişi sana selâm verir de, sen de selamını alırsan, ona kendinden emin olduğu yolunda teminat vermiş olursun. Artık o kişi kalkıp gidince arkasından konuşamazsın. Zira, selamını almakla, onun senden emin olması yolunda söz vermiş oldun. Artık kalkıp da buna ihanette bulunamazsın.”
Takvâ konusunda da şöyle der: “İnsan, kendisiyle, haramlar arasında dağ gibi engeller görmedikçe takvaya ulaşamaz.”
Hicri 107 (M. 725) senesinde Kûfe’de doğup çocukluk günlerinde Mekke’ye giden Süfyan İbni Uyeyne H. 198’de Mekke’de vefat etmiştir. Şefaatini ümit ederiz.
(Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri)