Şaka samimiyetin kezzabıdır

Safvet Senih

Safvet Senih

06 Tem 2017 11:59
  • Hamdi Sağlamer Ağabeyimiz Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden, bahsederken şunları anlatıyor:

    “Dersten önce, îmanî bahisten 30 dakika ve arada 10 dakikalık çay faslı… Sonra müdafaalardan 30 dakika ve arada 10 dakikalık çay faslı… Daha sonra Lâhikalardan 30 dakika ve sonunda da Kur’an okunur ve dağılınırdı. Zübeyir Ağabey kendisi ders bitinceye kadar mutlaka iki dizi üzerinde oturur, gerekirse Üstad’ın hayatından hatıralarla derse renk katardı. 

    “Bazen yersiz münakaşalarımız olurdu. Zübeyir Ağabey bunları işitir ve gelir ‘Kardeşim, SADIRDAN DEĞİL, SATIRDAN’ der, kitaptan yerini bulur doğrusunu bulur, doğrusunu okur ve bizi delilli konuşmaya ve o kısır mücadeleyi verimli hâle getirmeye çalışırdı.

    “Yine insanlık hâli, dershanede birbirimizle şakalaşırdık. Tabii şaka yaparken farkında olmadan kırıcı sözler de söylerdik. Yine bu durumda Zübeyir Ağabey gelir ve şöyle derdi:
    “ŞAKA samimiyet gibi görünür, fakat SAMİMİYETİN KEZZABIDIR. Çünkü insan, arkadaşına normalde söyleyemeyeceği şeyleri şaka diye söyler. Bu birkaç defa tekrarlanınca, muhatabın sıkıntılı anında, şaka ile söylenen sözleri ciddi gibi algılamaya başlar. Bu da kırılmalara sebebiyet verir.”

    M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Zübeyir Ağabeyden bahsederken  şunları söylüyor:
    “Zübeyir Gündüzalp, Hz. Bediüzzaman’ın ileri talebelerinden, ALPERENLERDEN birisi. Devâsâ, derin bir girdap gibi mübhemiyet, muğlakıyetlerle her zaman başımızı döndüren bir Zübeyir Gündüzalp. Konuşurken zannedersiniz ki, böyle göklerden gelen bir ses sizin sinenize çarpıyor… Bunlar, çok önemli misyonu temsil eden, çok önemli mevhibelerle beslenen insanlardır.
    “Hiç başka bir şey olmasa, Zübeyir Ağabey, hiç Nurları bilmese, Üstadın huzurunda bulunmuşluğun ona verdiği bir şey vardır ki, teker teker tırnağı kadar parçalasaydınız onu, aklının köşesinden muhalefet etme geçmezdi. Tepeden tırnağa bir acayip vefaydı o. O bir kutuptu.
    “Öyle bir dava adamıydı ki, ‘Teessür ve ızdırap karşısında kalbten bir parça kopacaksa, BİR GENÇ  DİNSİZ  OLMUŞ, haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.’ diyor.”
    “Zübeyir Ağabey, dualarında ısrarlı davranır, Üstadından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i âcizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua ‘Cenab-ı Haktan bazı ekstra şeyler istemek’ mânasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet, ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir.
    “Zübeyir Ağabey, nasıl yaşadı ise, öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun âhirete uğurlanmasına katılma imkânını lütfeyledi. Fatih Câmiinde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birdenbire nereden çıktığını bilmediğim güvercine benzeyen BİR SÜRÜ KUŞUN KANAT SESLERİNİ duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra ‘pırr’ edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü?’ diye sormadım; çünkü ‘Ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhânîlerin yarış yaptığı’ hakikatinin Zübeyir Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, ‘secde izi’ ile nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. ‘Sîmâhüm fî vücûhihim min eseri’s-sücûd’ (Onların  alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Fetih Suresi, 49/29) hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi. (…)
    “Evet, onlar mâna âleminin birer sultanıydılar, ama dünya onları tanıyamadı. Onların mahviyet, tevâzu ve hacâletle  mühürlenen tabiatları başkalarını, aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına, kimileri hasetlerine bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulûsî Efendiyi, ne Tahirî  Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu, ne de Mehmed Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hz. Mimar-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler. Hasan Feyzi’ye, Hafız Ali’ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendiye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmed Feyzi’yi, Âtıf Efendi’yi ve Asım Beyi mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, her biri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hâlâ dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risalelerini dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak işçin çalışan başyüce insanlar, herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa âbidelerini insanlık gereği gibi tanıyamadı…
    “Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular; el âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zâhire  göre değerlendirdi. Onların her birisi ihtimal bir KUTBİYET, bir GAVSİYETİ  temsil ediyorlardı, ama nâdânlar bunu anlayamadılar. Zaten sohbet-i  nâdân ile telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?”

    Maalesef  M. Fethullah Gülen Hocaefendinin bu sorusuna olumlu cevap verecek durumda değiliz… 

    Safvet Senih
    06 Tem 2017 11:59
    YAZARIN SON YAZILARI