Meşhur Şeyh Sâdî-i Şirâzî Bostan isimli kitabında çok güzel öğütler veriyor ve diyor ki:
“Ey kendini güçlü ve büyük gören insan! Küçüklere ve zayıflara karşı zâlim olma. Dünya geçicidir. Güçsüzü koru, düşkünü kolla. Bir gün sen de düşersin, kimse el uzatmaz sana. Karşındakini küçümseme, büyük dağlar küçücük taşlardan oluşur. Karıncalar birleşince YIRTICI BİR ARSLANI DİZE GETİRİRLER. İnce bir telin hiçbir gücü yoktur, fakat yüzlercesi bir araya gelince bir tutam ibrişimden sağlam olur. Servet biriktireceğine dost gönüller edin. İnsanları sıkıntıya sürmekten ise hazinenin boş kalması iyidir. Kimsenin işini savsaklama. Bir gün senin de işin düşebilir onlara. Ey güçsüz olan! Sen de zorluğa dayanmaya çalış. Gün gelir sen de güçlü olursun... Zulme uğrayanın kurumuş dudaklarına söyleyin gülsün, bir gün mutlaka zâlimin dişleri sökülecektir.
“Vaktiyle Şam elinde âşıklara aşkı unutturan, hurma ağaçlarının ağzını kurutan, pınarları bitiren bir kıtlık baş gösterdi. Öksüzlerin gözyaşlarından başka su kalmadı ülkede. Gökte, kimsesiz ve yoksul dul kadınların âhı dışında duman kalmadı; insanlar bulutu unuttular... Ağaçları kurudu. Dağlarda yeşil, bahçelerde fidan görünmez oldu. Çekirgeler bostanları, insanlar çekirgeleri yediler. Durum böyleyken bir dostum çıkageldi. Zayıflamıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Oysa bir zamanlar zengin, şan ve şöhret sahibiydi. Sağlıklı bir insandı. Çok şaşırdım. Sebebini sordum. Dostum kızdı, bağırdı, çağırdı: ‘Nasıl bilmezsin? Biliyorsan niçin soruyorsun Ülkenin üzerine inen bu kâbusu görmüyor musun? Gökten bir damla rahmet inmiyor; yerden göğe inilti yükseliyor.’
‘Biliyorum’ dedim, dostuma, ‘Kıtlıktan neden korkuyorsunuz ki… Zehir ilaç olmayınca öldürücüdür. Sen mi zarar göreceksin kıtlıktan? Telaşın boşuna. Başkalarının açlıktan kırılmasından sana ne?’
Bilginin cahile baktığı gibiydi gözlerindeki ifade. Şöyle dedi dostum: ‘Bir deniz kıyısında durup sevdiklerinin sudaki boğuluşunu gören insanın yüreği nasıl rahat olabilir? Benim yüzüm yokluktan sarardı. Yoksulların acısı soldurdu yüzümü. Vicdan ve akıl sahibi bir insan, ne kendinin, ne de başkasının bedeninde bir yara görmek ister. Allah’a şükür bir acım yok, fakat yokluk ve düşkünlük içindekilerin acısını görünce bedenim tir tir titriyor. Yanındaki hasta olan bir kişi ne kadar sağlıklı olursa olsun keyifli olabilir mi? Yoksulların açlığını düşününce boğazımdan bir lokma geçmiyor, bana zehir oluyor. Sevdikleri zindandayken insan nasıl kendisini Gülistan’da sanabilir?”
“Vaktin birinde geceleyin Bağdat civarında halkın yüreğinden yükselen âh’lar ateş yalımı olup şehrin yarısını yakmış. Yangından zarar görmeyen birisi; ‘Çok şükür’ demiş, ‘Dükkanımıza ateş ilişmedi.’ Görgülü ve merhametli bir adam, bunu duyunca sinirlenmiş: ‘Ey düşüncesiz adam!’ diye çıkışmış, ‘Buna nasıl sevinirsin, koca bir şehir yanıyor görmüyor musun?’ Açlıktan karnına taş bağlayanların yaşadığı bir ülkede insan nasıl rahatça midesini doyurabilir? Yoksulun açlıktan kan yuttuğunu gören bir zengin, nasıl ağzında bir lokmaya keyifle çiğneyebilir? Hastanın sahibinin sağlığı yerindedir, diye düşünme. Yakını ve sevdiği hastalanan, acı içinde kıvranır durur. Merhametli yolcu, konaklayacağı yere ulaşınca geride kalanlar menzile erişmeden başını yastığa koyamaz. Mutlu olmak için Sâdi’nin sözü yeterlidir: ‘Diken ekersen gül biçemezsin.’
“Halkına zulmeden İRAN ŞAHLARININ sonunu biliyor musunuz? Ne güçleri kaldı, ne taç ve tahtları, köylülere yaptıkları zulümden geriye sade kötü bir isim bıraktılar dünyada. Burada sonsuz kalacaklarını sanıyorlardı. Halbuki sandıkları gibi olmadı, kendileri ve sahip oldukları yok oldu. Adaletli olana ne mutlu! Diriliş günü göğün gölgesinde rahat edeceklerdir. Allah bağış ve ihsanda bulunmak istediği bir topluluğun başına adaletli ve esirgeyici yöneticiler geçirtir. Yok etmek istediğinde halkı, zâlim bir Sultanın eline bırakır. İyiler zalimden sakınırlar, Allah’ın bir cezasıdır çünkü o. Ey Sultan, büyüklük Allah’tandır, bunu böylece bil. Ve O’na şükret. Şükür nimeti artırır, şükürsüzlük onu elden çıkarır. Şükredersen sonsuzlaşır nimet, artık ona zevâl erişmez. Padişahken zulmedersen sonunda dilenci olursun. Bir ülkede güçsüz, güçlüden zulüm görüyorsa, yöneticiye uyku yasaktır. Halkını incitme. Allah, seni onların nezaretine vermiştir, sen çobansın. Sürüye hainlik edip kurt gibi davranma. Kötülüğün de sonu ölümdür, hem de ona yaraşır kötü bir ölüm! Halka yapılan zulüm biter, fakat bunu yapanın kötü adı devam eder.”
“Soylu ve cesur bir yaşlının Zâlim Haccac’a karşı geldiği söylenir. Haccac’la savaşı seçen bu korkusuz ihtiyar, doğru bildiğini çekinmeden yüzüne haykırır zalimin. Ne derse karşı çıkar, iddialarını çürütür. Haccac kızar, köpürür ve celladına, ‘Derhal siyaset derisini yay, bu küstahın boynunu vur.’ der. Bu böyledir. Zâlim sözle başa çıkamadığıyla savaşa başlar. Kan döker. Korkusuz ihtiyar önce güler sonra ağlar. Ağzından köpükler saçarak ölüm buyruğu veren zâlim şaşırır. ‘Niçin hem gülüyor, hem de ağlıyorsun?’ İhtiyar, sert, kararlı bakışlarını Haccac’ın gözlerine dikerek: ‘Sevindim, çünkü toprağa bir zâlimin eliyle mazlum olarak gireceğim. Üzüldüm, çünkü dört tane küçük çocuğum var.’ der. Orada bulunanlardan biri, öldürmemesi için Haccac’a yalvarır. Haccac öğüde kulak tıkar, ihtiyarı öldürür. Bir Allah dostu adamı düşünde görür ve ona sorar: ‘Nasıl can verdin, şimdi nasılsın?’ İhtiyar, ‘Celladın işlemi birkaç saniye sürdü. Anlık bir acı çektim. Fakat buyruğu veren kıyamete kadar cezasını çekecektir.’ diye cevap verir.
Zulme uğrayanın âhından korkmak gerekir. Şafak vakti haksızlığa uğrayanın bedduası geri çevrilmez. Temiz yürekli mazlumun gece karanlığında ellerini Rabbine açmasından sakınmalıdır.”
Her zâlim ve gaddar bunları düşünmelidir.