Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimiz diyor ki:
“Saatçı Şaban Efendi, Medine-i Münevvere’ye Üsküp’ten gelmişti. Aslı bir Arnavut’tu… Bu zat cidden, meleklerin amel defterlerine, boş iş ve boş söz kaydetmediği kimselerden biriydi. Kendisinden bizzat işittiğim sözlerinden biri şudur: ‘İnsanoğlu, ne kadar kârını-zararını, bilmeyen bir mahluktur! Semalar kadar geniş olan hüsnüzan kapısını kapatır da iğne deliğinden daha dar olan suizan kapısından girmeye çalışır; üstü başı yırtılır, elbisesi paramparça olur, yüzü gözü kan içinde kalır. Nedir derdin be Allah’ın kulu? Müslümana iyi gözle bak, Müslümanın iyi tarafını gör yahu! Semalar kadar geniş olan hüsnüzan, insanı, insan eder. Meleklerin secde ettiği insanı, aşağılara indiren suizandır. Hazreti Âdem’in iki oğlu yok muydu? Kabil, Habil’i öldürmedi mi? Öldürmeye ne lüzum, ne ihtiyaç var? Dünya ikinizin bölüşün. Yarısı senin, yarısı benim. Yarısını sen ek, yarısını ben ekeyim, diye dünyayı paylaşın… Yok olmaz! Nefis, şeytan…İnsanoğluna MELEKLER SECDE EDER, insanoğlu ÖZ KARDEŞİNİ ÖLDÜRÜR… Sonra cenazesini defnedemez, bir KARGA GELİR, ona bakar öğrenir…
“Şaban Efendi, Medine-i Münevvere’deki saatçilerin şeyhi, yani büyüğü, başkanı idi. Kendisine ‘Şeyhü’s-sâatiyye’ denilirdi. Ondan sonra bu makama, Osman Efendi kabul etmediği için, Habîbürrahman Efendi geçmiştir.
“Osmanlı Devletinin, idaresi zamanında, mahkemeleri rahat ettirmek, kadıları, olur olmaz, küçük meselelerle meşgul etmemek için, her sanatın, her mesleğin erbabı, mensupları arasında bir teşkilat kurularak, bunlara birer şeyh tayin edilmişti. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar ve mesleğin iyi icra edilmesine dair olan meseleler bu vasıta ile halledilirdi. Bir anlaşmazlık zuhurunda, şeyh yaşlı ustalardan bir meclis toplar, meseleyi kendi aralarında aldıkları kararla hal ve faslederlerdi. Bu şeyhin, yalnız eski bir usta olması kâfi gelmezdi. Son derece ahlâklı, mutemed ve sözü dinlenir bir zât olması gerekirdi. Esnaf, şeyh efendinin sözüne, bir müridin şeyhine, bir talebenin hocasına hürmet ve itaat etmesi gibi boyun eğerdi.
“Bir keresinde, bir usta ile kalfası arasında bir anlaşmazlık çıkmış. Dava Şaban Efendi'ye gelmiş. Mesele müzâkere edilmiş. Kalfa haklı imiş. Fakat esnaf arasında o zamana kadar, ustalar, ne olursa olsun, usta ve büyük oldukları için haklı sayılıverdikleri için, Şaban Efendi, hükmünü beyan etmeden önce bir girizgahta bulunmuş: ‘Nefs-i emmâremiz, kendisini temize çıkarmak, haklı göstermek için bize adâletsizliği emreder. Evet, dinimizde, küçüğün büyüğe hürmet etmesi lâzım ve vaciptir. Nefs-i emmâre de hemen ve daima bunu öne sürer, bunu teklif eder… Yahu senin Peygamberin (S.A.S.), hadisin devamında, büyüklerin de küçüklere şefkat ve merhamet göstermesini emrediyor. Ey Allah’ın kulu, küçükler de bizden kemâl bekler, af bekler, merhamet bekler. Sade sen mi hürmet göreceksin? Senin de yapacağın bir şey yok mu?..
“Şaban Efendi bunları söyleyince, saatçi ustası ağlamaya başlayıp, ayaklarına kapanmış: ‘Ben size sadece saatçilerin şeyhi bilirdim. Siz bir Abdülkadir-i Geylanî imişsiniz, bir Şâh-ı Nakşıbend imişsiniz… Ben kalbi taştan katı bir insanım. Bugüne kadar, benim gönlümdeki put, çırakların kalfalara, kalfaların ustalara hürmet etmesi lâzımdır, fikri idi. Meğer benim nefsime hâkim olan put buymuş. Usta bir firavundur, sultadır, baş belâsıdır… Bugüne kadar ben büyüklerin de küçüklere şefkat ve merhamet göstereceklerini, kalfanın, çırağın da bizim küçüklerimiz olduğunu hiç düşünmemiştim. Bu Hadis-i Şerif, benim gönlümde hiç yer etmemiş… Kendime baktım da, siz konuşurken kendimden utandım. Ben dersimi aldım. Ustam ben size bir ustabaşı diye değil de bir mürşid diye bağlanıyorum.”
“Böylece tövbe istiğfar eden usta, kalfasına: ‘Oğlum, hakkını helâl et. Senelerce ben sana zulmettim.’ diyerek, helâllik dilemiş…
“Şaban Efendi, saatçiliği öğrenip kendisine kalfa olunca, Osman Efendi’yi ortak etmişti. Birlikte çalışıyorlardı. Saatçi dükkanı, bir irfan evi, bir dârü’l-irfan idi. Medine-i Münevvere’deki hakiki muhacirlerden, İpekli Hacı Süleyman Efendi, büyük oğlu Habibürrahman’ı, Şaban Efendi'nin ve Osman Efendinin yanına saatçi çırağı olarak vermişti. Habibürrahman Efendi, orada kalfa ve usta oldu. Şaban Efendi’den sonra da, Osman Efendi, mazeret beyan ederek, kabul etmediği için, Şeyhü’s-sâatiyye makamında bulundu. Hacı Süleyman Efendi, bu saatçi dükkânının ahvâlini ve oğlunun orada nasıl yetiştiğini şöyle anlatırdı: ‘Oğlumu ilk okulu bitirdikten sonra, saatçi dükkanı diye çıraklığa verdiğim yer, meğer bir medrese, bir dersane, bir irfahane imiş. Habibürrahman akşam eve gelince, o gün Şaban Efendiden, Osman Efendiden gördüğü halleri, işittiği hikmetli sözleri bana söylerdi. Bunun üzerine ben de, -Oğlum beni de dükkana çırak yapacaksın. Oturmaya gelsem olmaz. ESNAF DÜKKANINDA SİVRİSİNEK KARTALDIR… Derler. Bana da bâri saat silmeyi öğretin de ben de geleyim. Bu, nasıl dükkanmış yahu!..’ derdim.”
Evet bir zamanlar bizim işte böyle güzel geleneklerimiz varmış!..