Yanıltmayacak, okuyanı yanlış yönlendirmeyecek asıl iki kitap var: Birisi Kainat, öbürü de Kur’an… Aslında bunlar iç içe iki kitap. Zaten “Kainat mescid-i kebirinde, Kur’an, kainatı okuyor. O’nu dinleyelim… O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim… O’nu vird-i zeban (dilden düşmeyen, devamlı tekrarlanan bir zikir, bir vird) edelim… Evet, söz O’dur ve O’na derler… Hak olup, Hak’tan gelip, Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nurânî hikmeti neşreden O’dur!..” (Sözler, Yedinci Söz’ün sonu)
Alak Suresinin ilk beş âyeti Kur’an-ı Kerimden ilk nazil olan kısmı teşkil eder: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O, insanı yapışkan bir hücreden, yaratmıştır… Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsanlara bilmediklerini talim edendir.” (96/1-5) Peki, henüz daha Kur’an nâzil olmamıştı; Efendimiz (S.A.S.) neyi okuyacaktı? Her halde kainat kitabını… Ayrıca Rahman Suresinde “Rahman… Kur’an’ı talim etti.” buyuruluyor ve en başta, sonra “İnsanı yarattı. Ve ona beyanı talim etti.” buyuruluyor. Yani Rahman Suresinin ilk dört âyetinin ifadeleri böyle. Peki daha insan yaratılmadan Kur’an’ı kime, neye talim etti? Her halde kainat’a… İnsan kainat ağacının meyvesidir. Meyvenin ağaca muhalif bir yapısı olabilir mi? Ağaçta geçerli olan kanunlar meyvede geçersiz olur mu? Kur’an’da ekolojiye ters bir şey olabilir mi? İnsan fıtratına, insanın aile ve toplum hayatına zarar verecek bir mesele bulunabilir mi? Bunlar birbiriyle bütünlük arzeden meselelerdir.
Muhterem Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi “Zirvedeki Işığın Gölgesinde” isimli yazısında diyor ki: “İpekten kanaviçeleşmiş satırlarıyla önümüze serilmiş ve her sayfası ayrı bir güzellik meşheri olan şu tabiat kitabını, acaba doya doya ve şuurla mütalâa edebiliyor muyuz? Güneşin kolları arasında her mevsimi ayrı bir güzellik ve görkemler nazarımıza arz edilen bu pırıl pırıl ve muhteşem kitap, her zaman baş vurulacak ve dikkatle tetkik edilecek bir huzur ve enerji kaynağıdır.
“Zirvedeki ışığın (Kur’an’ın) gölgesinde ve sinelerimizde tutuşturduğumuz çırağla, bu kitabı (kâinatı) iyi okuyup içimizi aydınlatabiliyor, ruhumuzla varlığa erip, inançla kanatlanabiliyorsak, bedbinlik ve karamsarlığa düşmeyecek ve kendimizi hiçbir zaman yalnız hissetmeyeceğiz; her lâhza duyacağımız ayrı bir zevk, ayrı bir lezzetle, gönüllerimiz mutluluklara dolup taşacak ve dudaklarımız saadet türküleri mırıldanacaktır.
“Durgun sular yosun tutar… işlemeyen uzuvlar kireç bağlar… çağlayanlar hep tertemiz ve pırıl pırıldırlar. Bütün bir hayat boyu durup dinlenmeden mekiğini, kalbi ve kafası arasında hareket ettirenleri bir gün ruhlarını çok güzel şeylerle çimlendirdiklerine şahit olacak ve talihlerine tebessüm edeceklerdir. Zira, ancak sürülen topraklar tohuma döl yatağı olabilir; bakılan bağ ve bahçeler meyve verir.
“Her canlının bir gelişme ve değişip güzelleşme yeri olan bu dünyada, eşyaya ruh gözüyle bakılabilse, her tarafta Kudret mucizelerinin parıldadığı görülecektir: AĞAÇLAR, damarlarında hayat suyunun akıp durduğu muhteşem, sevimli birer canlı; DAL ve YAPRAKLAR, kollarını açmış yalvaran birer âbid; TOPRAK her lâhza ayrı bir diriliş heyecanıyla fıkırdayıp duran hârikalar meşheri… ve her tarafta, hava ile, su ile, güneş ile bütünleşen yem yeşil yapraklar ve onlardan fışkıran hayat… derken, herşeyin, renkler çiçekler ve tatlı meyvelere doğru sel gibi akması…
“Her biri ayrı bir güzellik kuşağında tecelli eden bunca oluş, dünden bugüne hep olup durdu, ama ne dün bugün, ne de bugün yarındır. Her gün ayrı bir aydınlık ve ayrı nimetlerle gelmekte; gelenler ışıktan parmaklarla O’na işaret edip geçmektedirler. Bütün bu gelip geçmelerde, her şey gibi insanoğlu da değişip başkalaşmakta ve ayrı bir ruh, ayrı bir karakter kazanmaktadır. Yerinde durup kaldığını ve başkalaşmadığını sananlar, içte ve dıştaki bu kadar değişmeyi sezemeyen kör ve sağır ruhlardır. Duygu ve düşünceleriyle kendilerini tabiatın güzellikleri içinde hisseden talihliler ise, bu gürül gürül ırmağın içine dalacak, onunla kaynaşıp bütünleşecek ve soluk soluğa varıp ummana ulaşacaklardır.
“Katre iken derya, zerre iken güneş ve hiçliği içinde herşey olan bu babayiğitler, hiçbir zaman yalnız kalmayacak, kendini garip hissetmeyecek; kalbinin bütün kapılarını Yaratıcısına açıp, O’na dert yanıp O’nunla hasbıhâl edecek; en gizli arzularını, en derin acılarını, en içten dileklerini O’na açacak ve O’na sığınacak… dilini kullanmasa bile, duygu ve düşünceleriyle dertlerini O’na fısıldayacaktır. İçinde O’nunla dertleştikçe, daha başka içlere, içler ötesi içlere kanat çırpıp yükselecek; nihayet, gözlerin görmediği ve göremeyeceği, kulakların işitmediği ve işitemeyeceği ve kalblerin kavrayamadığı ve kavrayamayacağı göz kamaştırıcı iklimlere ulaşacaktır.
“Kendini keşfedebilmiş böyle bir Hak erinin iç dünyası, yıldızlarla yaldızlı sema kadar parlak ve derin mekânlar kadar geniş, Cennetler kadar da iç açıcı ve rengârenktir. Gökyüzündeki kandiller gibi onun sinesinde de meşaleler ışıldamaktadır. Bu meşaleler sayesinde o bütün eşya ve hadiseleri aydınlanmış olarak görür ve her türlü tıkanıklardan kurtulur.
“Her hakikat, önce kendine has soyluluk ve yücelikle bir kıvılcım gibi insanın gönlünde belirir; sonra da bir aydınlık tufanı olarak her yanı sarar. Bu pırıl pırıl iklimde kitleler, sonsuza giden yolları bulur, mesafelerin sırrını kavrar, şaşkınlık ve tedirginlikten kurtulurlar.
“Ruh dünyalarında aydınlığa ermiş, varlıkla bütünleşmiş bahtiyar nesillerin, eşya ve hadiseler yeni bir bakış kazandıracak olan bu ilâhî ışığı, dünyanın dört bir bucağına götürmeleri dileğiyle!..”
Cenab-ı Hakkın varlığının delilleri sonsuzdur. Hatta herbir atom zerresinin 55 dille Allah’ın varlığın a delildir. Ama en büyük dört delil bulunmaktadır: Bunlar: Kur’an, Muhammed Aleyhisselam, Kainat ve Vicdan… Risale-i Nurlarda bu dört delil üzerinde durulmuş ve Kur’anî makuliyetin aklı ve kalbi ikna edici ve izana getirici esaslarıyla izahlar getirilmiştir…