Hakikî hakikatlar, nisbî hakikatlar ile karşılaştırıldığında her zaman nisbî olanlar daha çoktur. Yani mesela bir hakikî hakikat olarak insan bir tanedir ama, kendisi babası itibariyle oğul, dedesi itibariyle torun, ama oğlu itibariyle baba, torunu itibariyle dededir. Eşi itibariyle koca, baldızının eşi itibariyle bacanak, eşinin kardeşleriyle itibariyle enişte, kız kardeşinin eşi itibariyle kayın birader, eşinin anne-babası itibariyle de damat olur. Siz bunları çeşitli nisbet ve izafelerle daha çoğaltabilirsiniz. Demek ki, nisbî, izafî ve itibarî hakikatlar her zaman hakikî hakikatlardan daha çoktur. Nisbî güzellikler de öyledir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1922’de basılan Sünûhat isimli eserinde SALİH AMELLERİ şöyle izah ediyor: “Kur’an SÂLÎHÂTI mutlak ve mübhem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, güzellik ve hayırların çoğu nisbîdir. Nevinden neviye, geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa uğradıkça ayrılır. Mahalden mahalle yer değiştirdikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa; muhtemel olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.
Mesela: Cesaret, cömertlik erkekte bulunursa, gayrete, hamiyete ve yardımlaşmaya sebeptir. Hanımlarda, nâşizeliğe (itaatsizlikte direnme) vakakata (arsızlık ve utanmazlığa) kocasının hakkına tecavüz etmeye sebep olabilir.
Meselâ: Zayıf olanın kuvvetli olana karşı tavır olarak ortaya koyduğu izzett-i nefsi ve onurluluğu, eğer kuvvet sahibi birisinde ise, kibirlenme olur. Kuvvetlinin zayıfa karşı tavazuu, zayıfta zillet olur.
Mesela: Bir ülü’l-emr (makam ve mertebe sahibi kimsenin), makamındaki ciddiyeti vakardır, ama makamındaki mahviyeti zillettir. Öte taraftan hanesindeki ciddiyeti kibirdir, ama mahviyet göstermesi tevazudur. (Diyelim ki, bir vali makamında bulunurken, o makamın gereği ciddiyettir. Ama gelene gidene eğilse, icap eden ciddi icraatları yapmasa bu durum zillet olur. Halbuki kendi evine gelmiş misafirlerine, ailesine karşı sanki makamında bulunuyormuş gibi ciddi tavırlar içinde bulunsa bu bir kibir olur. Ama hanesinde ailesine ve kendisini evinde ziyaretine gelmiş misafirlerine göstereceği mahviyeti ise tevazudur.
Meselâ; tertib-i mukaddematta (yapılacak işlerin önceden yapılması ve hazırlanması icap eden şeylerin ortaya konması, mesela tarlaların sürülüp, tohumun atılması yapılmadan) tevekkül edilip Allah’a havale edilmesi tembelliktir. Halbuki, yapılması gerekenlerin, sebeplere riayetle tam olarak yerine getirildikten sonra, neticeye, kısmetine rıza göstermek kanaattir. Çalışma meylini kuvvetlendirir. Fakat mevcut (olanlarla iktifa edinip yetinmek ise, dûnhimmetliktir… (himmet ve gayret eksikliği ve düşüklüğüdür).
Mesela; ferd mütekellim vahde (Birinci tekil şahıs) olsa yani ben namına konuşsa müsamaha ve fedakârlık göstermesi SÂLİH AMEL’dir. Mütekellim maal-gayr (birinci çoğul şahıs, biz) olsa, (müsamahası ve fedâkarlığı) hıyanet olur.
Mesela; bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder (içine sindirip tevazu gösterir) tefâhur edip övünemez; ama millet namına iftihar eder, hazm-ı nefis edemez. Herbirinden birer misal gördün, istinbât et (gerekli manaları çıkar).
Mesela şahıs kendi şahsî başarısını gizleyebilir. Mahkemede şahsî hakkından vaz geçebilir. Alın bu çeketim, bu param, bu arabam, bu evim sizin olsun diyebilir. Yani “ben” adına konuşurken böyle davranabilir. Ama “biz” adına, yani bir devleti veya bir cemaati temsil ediyorsa öyle davranamaz. Devleti, cemaati adına iftihar edebilir; hazm-ı nefis edemez. “Biz devlet ve cemaat olarak çok fedakarız. Alın bu hakkımız sizin olsun” diye, bir milletin ve bir cemaatin hakkını başkalarına cömertçe veremez…
“Madem ki, Kur’an, her tabaka, her seviye insana, bütün asırlarda, bütün hallerde hitap eden ezelî bir kelâmdır. Hem nisbî güzellik, hayır çoktur. “Salihat” kelimesinin mutlak bırakılıp, “şunlar, şunlardır” diye kayıtlanmaması belâğatlı bir itnablı bir vecizliktir. (Veciz, az ve öz olan ifadedir. İtnab ise, sözü mânâlı olarak uzatmaktır. Halbuki tatvîl mânâsız olarak uzatmaktır.) Kur’an’ın beyanda sükutu geniş bir sözdür.” (Sünuhat)
Üstad Hazretleri “Üzn-i cihanî’ cihan büyüklüğünde, herbir zerresi bir insan olan ve kıyamete kadar gelecek bütün insanlardan meydana gelen bu kulak ile ancak Kur’an âyetlerinin sonsuz mânâlarından bir kısmı anlaşılabilir. Onun mânâları bitmez. Zaten bir kısmı ancak âhirette anlaşılacaktır.” diyor.