Merhum Ali Ulvî Kurucu Ağabey değerli Hatıralarını anlatırken diyor ki:
“1947 senesiydi. Sıkıntılı günler geçiriyordum. O günlerin birinde Bâbu’l-Mecîdî’deki evimizden çıktım; Harem-i Şerif’e öğle namazına gidiyordum. Birdenbire önümdeki sokaktan Şeyh Abdülgafur el-Abbasî Hazretleri çıktı. Aslen Afganlı olan bu zât, Yeni Delhi’de okumuş, büyük bir âlim olmuş. Kelâm, mantık ve fıkıh gibi ilimlerde yüksek bir dereceye çıktıktan sonra Hindistan’da o günün büyük şeyhlerinden olan zâtlara intisap etmiş. Kısa zamanda mânevî mertebeler kat ederek, mânevî yürüyüş olan ‘seyir ve sülûk’ünü tamamlayıp, mürşitlik payesini kazanmış ve Nakşibendi tarikatinin İmam-ı Rabbanî tarafından kurulmuş olan Müceddidî kolunda şeyh olmuş. Daha sonra Medine-i Münevvere’ye gelip yerleşmiş. Merhum babam, benim Kahire’de bulunduğum beş yıl zarfında, bu zatın sohbetlerine gider, ‘hatm-i hâce’lerine katılırmış. Şeyh Abdülgafur Efendi, Cuma günleri ikindiden sonra ‘hatm-i hâce’ yaptırır; zikirden sonra yarım saat kadar, şeriat nedir, tarikat nedir, zikir nedir, fikir nedir diye sohbette bulunurdu. Kendisine daha önce de birkaç kere selam vermiş, elini öpmüş isem de, sohbetlerine hiç gitmemiştim. O gün hiç beklemediğim bir anda, önümdeki sokaktan karşıma çıkıvermişti… Selamımı aldı, yanıma geldi, elimden tuttu. Harem-i Şerife doğru, elim elinde beraber gitmeye başladık. Dedi ki: ‘Bilirsin ki, Peygamber Efendimiz (S.A.S.): İyiliklerin en iyisi, bir kimsenin, baba dostlarıyla münasebetini kesmemesi, devam ettirmesidir, buyurmuştur. Babam merhum, benim âhiret kardeşim, zikir ve fikir kardeşimdi.’
“Ertesi günü ikindiden sonra Şeyh Abdülgafur Efendi'nin evine gittim. Kalabalıktı. Sohbet edildi. Bana: ‘Yâ Şeyh Ali Ulvî, bir Kur’an-ı Kerim okusan da dinlesek.’ dedi. Sure-i Yusuf’tan bazı âyetler okudum. Bunun üzerine: ‘Surenin başında her ne kadar babayla evlât ve kardeşler arasında ayrılık varsa da, sonunda vuslat (kavuşma) var, birleşme var. Sen Sure-i Yusuf’un birleştirici âyetlerini okudun. İnşallah fikrindeki, ruhundaki dağınıklık gidecek. Bu âyet-i kerimeler fikrî ve ruhî huzura kavuşacağının delilidir. Allah okuttu, bu âyetleri sana. Müjdelerim, bundan sonra Hz. Yakub’un oğluna kavuştuğu gibi, kardeşlerinin tevbeleri kabul olunduğu gibi, hepsinin Hz. Yusuf tarafından ikrama gark edildikleri gibi, sen de kaybettiğin huzura kavuşacaksın inşaallah’ dedikten sonra ayrıca, ‘Eğer vakit bulabilirsen, yatsıdan sonra tenhâ olurum.’ diye beni davet etti. Yatsıdan sonra gittim. Bana zikir telkin etti.
“Şeyh Abdülgafur Efendi, el-Abbasî diye anılırdı. Hz. Abbas’ın (r.a.) soyundan gelen Afganlı bir aileye mensuptur. Bu aile asırlar boyu ulema, fudela (faziletli zatlar) ve ehl-i tarik kimseleri yetiştirmiştir. Şeyh Efendinin ecdadı Afganistan’dan, Hindistan’ın Yeni Delhi şehrine göç etmişler. Kendisi orada okumuş… Diyordu ki: ‘Mantık ve kelam okuturdum. (…) Namazdan sonra kendi kendime sordum: Yahu Abdülgafur, mantık kaidelerini nizama koydun, mukaddimeleri nizama bağlayabiliyorsun… Fakat kendi iç âlemini bir nizama koyamadın. Namazda ne olduğunun farkında değilsin. Mantık kaideleriyle AKLINI tanzim ettin, ama İÇ ÂLEMİNİ nasıl tanzim edeceksin? Bunun üzerine, gönlüme, İÇ ÂLEMİMİ, RUHUMU, KALBİMİ, ALLAH’I ZİKİR ile tanzim ve tasfiye etmek AŞKI düştü. Delhi’de dergahı olan, Nakşıbendi Şeyhlerinden Müceddidî, yani İmam-ı Rabbanî kolundan meşhur bir Şeyh Efendiye gittim. Kendisine: ‘Efendim ders almaya geldim.’ dedim. ‘Oğlum senin ismin yayıldı. Hocalardan ve talebelerden; mantıkçı ve kelamcı Abdülgafur el-Abbasî diye medhini duyuyorum. O kadar bir ilmî varlığa ve böyle büyük bir şöhrete kavuşan kimsenin derviş olması zordur. Bu iş sana zor gelir.’ dedi. Ben ‘Efendim, kalbime doğdu, aşkım var; bu yolda yürümek istiyorum.’ diye ısrar edince, Şeyh Efendi: ‘Peki öyleyse. Şu baltayı al, şu ipi de al. Filân yerde bir orman var. Oradan odun kes, sırtında Dergaha getir de, getirdiğin odunlarla dervişlere pilav pişirsinler.’ dedi. Baltayı ve ipi aldım, yollara düştüm, söylediği yere gittim. Ormanda halk için tayin edilen yeri gördüm. Herkes oradan odun kesiyordu. Ben de kestim. Baltayı da kimseye vermedim, kendim kestim. Ömrümde balta değil, keser bile tutmamıştım… Sonunda taşıyabileceğim kadar odun kestim, bağladım. Baltayla birlikte sırtıma aldım. Yola koyuldum. Yolda yürürken kundura ayağımı sıktı. Ayakkabılarımı da çıkardım, odun yüküne sardım. Çıplak ayakla yürüdüm, Dergaha geldim. O halde şehre girerken, bilhassa Dergaha vardığımda, büyük bir huzur buldum, kendime geldim. Hem dilim, hem kalbim, hem ruhum ‘Allah!’ diyordu. Şeyh Efendi ders verdi. Çok az zaman içinde, Allah’ın izniyle icâzet aldım.”
Bizim güzel geleneklerimizden çırak usta münasebetleri HAT SANATINDA da var. Önce işi “Enâniyeti Kırmaktan” başlıyorlar. Hatta kalemin bile enaniyetini kırmak için kalemleri uzun müddet at tersi içinde tutuyorlar. Hattatların ifadesiyle, enaniyeti kırılan kalem ile kırılmayan arasında dağlar kadar fark var…
Bugün artık “Hizmet Erleri” enaniyeti kırmak için ihlâs ve sadakatle Hizmete sarılıyorlar. İnsan eliyle gelen bela ve musibetlere, izzet ve itibarlarını kırıcı gadir ve zulümlere AKTİF SABIR ile karşılayarak, nefis ve enaniyetlerini kırmaya çalışıyorlar. Bu yol SAHABE EFENDİLERİMİZİN YOLU…. Ama neticesi çok güzel!..