İkinci
Dünya Savaşı bitip yer yüzündeki fırtınaların silah ile değil, diplomatlık ile
çarpışmaların zamanı olduğu bir sırada Üstad Bediüzzaman Hazretleri,
Emirdağ Lâhikası‘nda yazdığı bir mektubunda bütün talebelerine şöyle hitap
eder: “Aziz kardeşlerim, siz katî olarak biliniz ki, Risale-i Nur ve
talebelerinin meşgul olduğu vazife, yeryüzündeki bütün muazzam meselelerden
daha büyüktür. Onun için, dünyevi merak çekici meselelere bakıp, hakîkî
vazifenizde, bâkî işlerinizde gevşeklik göstermeyiniz. ‘Meyvenin Dördüncü
Meselesi‘ni çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın (moraliniz
bozulmasın). “Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zâlimane olan düstur-i cidal (hayat mücadeleden ibarettir,
diyen evrimcilerin prensibi) dairesinde, gaddarane, merhametsiz ve mukaddes dinî
hakikatleri dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlahî onların o cinayetleri
içinde onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve talebelerinin
çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâkî hayata
perde olan ölümü ve dünya hayatına tapanlara gayet dehşetli ecel celladının,
ebedî hayata birer perde ve ehl-i imanın ebedî saadetlerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder
derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermiştir. Elhasıl: Ehl-i
dalâlet, geçici muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı
Kur’an nuru ile mücadele etmekteyiz. Onların en büyük meselesi, muvakkat olduğu
için, bizim meselelerimizin en küçüğüne – bekâya baktığı için – mukabil
gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül
edip karışmıyorlar; biz neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük
meseleleri merakla takip ediyoruz? Mâide Suresi‘nin 105. Ayetinde, “Başkasının
dalâleti sizin hidayetinize zarar vermez, sizler lüzumsuz onların
dalâletleriyle meşgul olmayasınız” ve İslâmî usulün ehemmiyetli bir düsturu da
“Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz”
prensibiyle bize yol göstermektedirler. Madem bu âyet ve bu düstur bizi zarara
bilerek râzı olanlara acımaktan men ediyor, biz de bütün kuvvetimi ve
merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri
mâlayani (boş ve mânasız şeyler) bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz. Çünkü
elimizde nur var, topuz yoktur. Vaziyetimiz bir nevi nûrânî müdafaadır.
On Altıncı Mektubun Beşinci Meselesinde de Üstad yine şöyle demektedir: “Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu dünya misafirhanesinin gayet Hakîm madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez’ (2/286) sırrınca tâkat getirmek mükellefiyetler yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola tercih edilir. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır… Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için Ahireti unutmasın; Ahiretini dünyaya feda etmesin; hayat-ı ebediyesini, hayat-ı dünyeviye için bozmasın; mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telâkki edip Misafirhane Sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…”
Madem güneşten daha parlak, Cennet ‘ten daha güzel bir Kur’an ve İman Hizmetiyle meşgulüz onun diğer meselelere ağırlığına göre değer verelim. Hiçbir zaman işimizi gücümüzü bırakıp bizce mâlâyani tweetlerle meşgul olmayalım. Hele hele zehirli fikirlerini telkin eden, bunun için çeşitli usullerle kendi sahalarına çekip şüphe ve tereddütler içinde bırakıp asıl işimizden alıkoyanların tuzaklarına düşmeyelim. O kumpasçılarla bizzat uğraşan arkadaşlarımız var. Zaten onlar gerekeni yapıyorlar. Vaktimizi onlarla uğraşıp boşa harcamayalım. Zaten öbür tarafta “Allah’ın sana verdiği zamanı nerede harcadın?” diye soracaklar. Bir de onların tesirinde bazı insanlar hakkında su-i zanna düşmüşsek, hatta iftiralarına iştirak etmişsek, işte dünya ve âhiretimiz hebâ olmuş demektir. Cenab-ı Hak bizleri muhafaza eylesin.