Deniliyor ki: “Bilhassa dizi filimlerinde bir kırılma noktası vardır. Eğer hemen o noktada mantıkî bir boşluk bırakmadan güzel ve uygun bir sürpriz çıkarılabilirse, aynı dikkat, merak ve heyecanla seyredilmeye devam edilir…”
Hüseyin Bey birkaç ülke dolaştıktan sonra Berlin’e gelir ve bir otelde kalır, sonra Üstad Hazretlerinin yüz sene önce Rusya firarından sonra Varşova üzerinden gelip kaldığı otel olduğunu öğrenir ve çok sevinir… Sonra da Bismillah deyip yeni bir aşk ve şevkle Hizmet için yapacaklarını düşünmeye başlar: “Ben artık belli bir yaşa geldim diyerek, işleri oğullarına emanet edip bir kenara çekilmeyi düşünüyordum. Ama şimdi bu süreç benim gözümü ve gönlümü açtı!... Yepyeni bir dönem başlıyor.” der…
* * *
Avrupa’da yaşayan yaşlı bir hanımefendi var. Tahsili yok ama, İslami kültüre sahip… “Birisi kız, öbürü oğlan iki tane evlatlığı olan bir komşum vardı. Onlara her zaman çok iyi davrandım. Evimde yemekler yedirdim. Annelikleri olan o komşum, birgün yolculuğa, seyahate çıkarken bu evlatlıklarını bana emanet edip gitti… Onlara yedirdim, içirdim… Bu gayr-i Müslim olan komşu hanım bana: ‘Hiçbir menfaat, karşılık ve ücret beklemeden bu fedakârlığı niçin yapıyorsun?’ diye sordu. Ben dedim ki: ‘Bizim dinimize göre, MİSAFİR KISMETİYLE GELİR. Onun yiyeceğini, ALLAH VERİR. Hatta bereketlendirir.’ O, ‘Hakikaten sizin dininiz böyle mi söylüyor?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Ne güzel bir din imiş!..’ dedi. Sonra da ihtida etti. Onun dışında da İslamiyete hayranlık duyan hanımlar oldu…
* * *
Yavuz Bey anlattı: “Faslı bir arkadaşım, Endülüs’te seyahat ederken arabası bozuluyor. Bir İspanyol gelip bakıyor, “Hemen tamir edilebilecek gibi değil… Gece vakti… Ben bizim evi bir arayayım, müsait ise, bu akşam bizde kalalım, yarın tamire götürürüz.’ diyor. Hanımı evin müsait olduğunu söyleyince, eve gidiyorlar. Bizimkiler namaz kılmak istediklerini söyleyince, ev sahibi İspanyol, onları en alt kata indiriyor. Bakıyorlar ki, bir MESCİD!.. Ev sahibi ‘Biz dedelerimizden bu yana Müslümanız! Dışarıda İspanyol, evde Müslüman!.. İbadetlerimizi hiç terk etmedik!’ diyor.”
* * *
Devesine yiyecek ve içecek yükleyip çölde yolculuğa çıkan bir adam, çölün ortasında bir gencin “Su!.. Su!..” diye inlediğini görünce, devesinden inmiş, kendi soyundan ona su vermiş. Genç suyu içince, adamı itip-kakmaya başlamış ve deveye atladığı gibi kaçış yolunu tutmuş. Zavallı adam kaçan gencin arkasından, “Sakın, bunu hiç kimseye anlatma!..” diye bağırmış. Bu söz, gence tesir etmiş. “Acaba bu adam bana ne demek istiyor?’ diye düşünmeye başlamış. Bu merakla deveyi çevirip adamın yanına gelmiş ve “Sen normalde, bağırıp çağıracağına, küfredip, hakaret ve lânetler yağdıracağına, ‘Sakın bunu başkalarına anlatma!’ dedin. Bunu bana niye söyledin? Böyle bir şey yaptım diye anlatsam, ne olur ki?” demiş. Mağdur adam, “Eğer sen başkalarına anlatırsan bir daha hiç kimse bundan sonra, susuzluktan ölmekte olup yardım isteyenlere su vermez… ‘Ya elimden her şeyimi alıp, beni soyarsa ben ne yaparım?’ der ve oradan geçip gider. Sen böylece hayırlara mâni olmuş, şerlerin ve ölümlerin meydana gelmesine sebep olmuş olursun. Çünkü insanlar çok çekinirler. Senin işte bir tek kötü misalinin yayılması, pek çok hayırların iyiliklerin yapılmasına engel olur.” demiş. Gencin içinde yine de iyilikten biraz kırıntı varmış. Bu sözler üzerine, adamdan özür dilemiş, devesini ve eşyalarını kendisine geri vermiş.
* * *
Bir baba genç oğlunu parka götürüp, bir ağacı göstererek “Bu ne?” diye sormuş. Oğlu “Ağaç” demiş. Tekrar ve tekrar dört-beş defa sormuş. Oğlu “Baba! Daha kaç defa soracaksın?!..” deyince, babası, “Oğlum!. Hatırlıyor musun, seninle çocukken buraya gelmiştik, bana 30-40 defa ‘Baba bu nedir?’ diye sordun, ben hiç bıkmadan hep ‘Ağaç! Ağaç!’ dedim. Ama sen dört-beş defada hemen ‘Of be baba!..’ demeye başladın!..” demiş. Anne ve babaya Kur’an’da “Of!” bile denilemeyeceğini bilen ve hatırlayan oğul “Baba haklısın ama… Ben o zaman çocuktum… Sen çocuk değilsin… Kusura bakma olur mu?” demiş.
Unutulup gitmesin diye not ettiğim böyle şeyleri nakletmeye çalışıyorum…