Kesbî, çalışmakla kazanılan demektir. Vehbî ise, Allah’ın lütfu ile elde edilen demektir. Nasıl ki, maddî ilim ve araştırmalarda saatlerce laboratuvarlar da çalışanlara, Cenab-ı Hak onların sırf çalışma ve gayretlerine bir mükafaat olarak, buluşlar ve keşifler ihsan eder. Bunların mümin ve dindar olmaları da gerekmez. Buluş ve keşif yapanların hayat ve yaşayışları incelendiğinde bu husus açık-seçik görülecektir.
Ağustos 1972 tarihli Bilim ve Teknik Dergisinde rüyalarla alâkalı bir yazıda bir çok keşif ve buluşun rüyalarda görüldüğü ifade edilerek şu misaller veriliyor: “Bu asrın başlarında öğrenci Niels Bohr, şöyle bir rüya gördü: Kendisi güneşin kızgın gazlarla dolu merkezinde duruyor ve gezegenler ince ipliklerle bağlı oldukları Güneşin etrafında dönüyorlardı. Her gezegen Bohr’un yanından geçerken bir düdük çalıyordu. Sonra yanan gazlar soğuyup katılaştı. Güneş ve gezegenler uzaklaşıp gitti ve Bohr uyandı. Bu rüya onun Güneş Sistemi ile atom yapısı arasında bir benzerlik düşünmesine sebep oldu. Bu bize ATOMLARIN İLK MODERN TABLOSUNU verdi; ortada bir çekirdek ile bunun etrafında dönen elektronlar… Böylece modern atom teorisi bir rüya ile başlamış oluyordu.
Sinirlerin çalışmasında kimyevî maddelerin ehemmiyetini ispat ettiği için NOBEL MÜK F TI olan Otto Loewi’ye gelelim. Loewi’nin 1903’te ortaya attığı nazariyeye göre: “Sempatik ve parasempatik sinirlerin uyarılması neticesinde bu sinirlerin uçlarında kimyevî maddeler serbest hale geçmekte ve bu maddeler sinirlerin uyarılması, sinirin girdiği organa aktarmaktadır.” Fakat bunu ispat edecek bir metod bulamıyordu. 1920 senesi bir gece rüya gördü, rüyada 1903’de ortaya attığı nazariyesi ile iki sene önce bir başka fikri isbat için kullandığı yeni bir metod birden biraraya gelmişti. Uyanıp bazı notlar yazdı ve tekrar uykuya daldı. Sabah kalkınca gece yazdığını okuyamadı, rüyayı da unutmuştu. Ertesi gece aynı rüyayı gördü. Bu defa laboratuvara girip rüyasında gördüğü deneyi yaptı. Loewi iki kurbağa kalbi aldı, bunlardan birinin sinirleri üzerinden diğerininki çıkarılmıştı. Sinirli kalbin vagus’unu, yavaşlatıcı sinirini uyardı. Kalb yavaş yavaş atmaya başladı. Bu kalbin içinde bulunduğu tuzlu suyu sinirsiz kalbe tatbik etti, sinirsiz kalb sanki kendi yavaşlatıcı siniri uyarılmış gibi yavaşladı. Loewi, deneyi başka şekilde tekrarladı, bu defa da birinci kalbin accelerator’unu, hızlandırıcı sinirini uyardı, bu kalbin içinde bulunduğu sıvıyı ikinci kalbe aktardı. İkinci kalb de hızlandı. Bunlardan şu neticeye vardı: “Sinirler kalbe doğrudan doğruya tesir yapmıyor. Fakat uyarılınca uçlarından hususî kimyevî maddeler çıkıyor; demek ki, sinirleri uyarılan kalbin atışlarını değiştirmesi, bu hadiseye bağlıdır.”
Büyük kimyacı Kekule de şöyle bir rüya gördüğünü anlatıyor: “İskemlemi ateşe doğru çevirip uyuklamaya başladım. Yine atomlar gözlerimin önünde zıplayıp duruyordu. Küçük atomlar mütevazi bir tavırla arka plana çekilmişlerdi. Onlardan başka büyük şekiller de görüyordum; yılana benzer hareketlerle eğilip bükülen, uzun zincirler vardı. Fakat bakınız, bu ne ola ki? Yılanlardan biri kendi kuyruğunu ağzına aldı ve bu halka alay edercesine gözlerimin önünde döndü. Yıldırım hızıyla uyandım.” Rüyasında gördüğü KUYRUĞUNU AĞZINA ALMIŞ YILAN sayesinde Kekule, BENZEN’in halka şeklindeki (genellikle bir altıgen olarak gösterilen) formülünü keşfetti. Böylece organik kimyada moleküler yapının önemini gösteren KAPALI ZİNCİR veya HALKA teorisini ortaya koydu.
Elias Howe yıllardır dikiş makinası iğnesi keşfetmek için çalışıyordu. İlk yaptığı iğnelerde, delik iğnenin ortasında idi ve bunlar işe yaramıyordu. Beyni gece gündüz hatta uykuda bu keşifle meşguldü. Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisi, “Elias Howe!..” diye kükredi. “Sana bu dikiş makinasını derhal bitirmeni emrediyorum! Yoksa öleceksin!..” Elias’ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinanın bu parçasındaki eksikliği gideremiyordu. Bütün bunlar ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki, uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı. Boyalar dürünmüş, esmer tenli cengaverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar. Birden bir şey farketti: Muhafızların mızraklarının ucunda göz şeklinde delikler vardı, nihayet işin sırrını çözmüştü. Ona lâzım olan, deliği ucunda bir iğneydi. Uyanıp yatağından atladığı gibi ucu delikli mızrakların minik bir modelini yapmaya koyuldu; bu iğne başarı ile neticelendi.
İşte dünyevî maddî, fennî bir mesele için herhangi bir bilim adamı gecesini gündüzüne katarak gayret ederse Cenab-ı Hak, buluş ve keşif konusunda ona ilhamda bulunuyor; ilham verici rüyalarla yol gösterip ufkunu açıyor. Allah için O’nun Kitabını anlamak için gayret gösterenlere elbette VEHBÎ İLİMLERİ, KUR’ANÎ FEYİZLERİ ihsan eder. Çünkü bu gayretler bir nevi dualardır. Zaten “Bütün kainattan Cenab-ı Hakkın huzuruna yükselenler birer duadır.” Ama bunlar çeşit çeşittir: 1-İstidad diliyle olanlar… Tohumların sümbül vermek için duaları… 2-Fıtrî ihtiyaç diliyle… Canlı varlıkların ihtiyaç diliyle istedikleri şeyler 3-Şuurlu varlıkların ihtiyaç dairesinde istedikleri. Bunlar da iki çeşittir: a)Zorda kalmışların istidat diliyle istedikleri şeyler… Teknik ve teknolojideki keşif ve buluşlar, medeniyet harikaları bunlara girer… Buluşların çoğu, en sıkıntılı durumlarda, savaş sırasında bulunuyor. Yani Allah ilham eder. b)Meşhur dua. Bu da ikiye ayrılır: I-Fiilî dua. Mesela çift sürmek fiili bir duadır. II-Kavli dua… Ellerimizi açıp sözlü olarak yaptığımız dualar. Zaten yaratılış hikmetimiz. Allah’ı tanımak ve ona dua ve ibadet etmektir…