Barla Lahikasındaki 167. sırada bulunan mektubun Re’fet Beye yazıldığını tahmin ediyorum. Çünkü “Bedreddin’i burada dinlemek arzu ediyordum; vakit müsâade etmedi, Ben mânen hayâlen dinliyorum. İnşallah evlatlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor.” ifadesi, 166. Mektupta alâkalı olduğunu gösteriyor. Çünkü orada Bedreddin şunları anlatıyor:
Bedreddin Uşaklıgil diyor ki: “Üvey babam Re’fet Barutçu gençliğinde vazifeli bir subayken, Yemen’e ve Mısır’a gitmiştir. İstanbul merkez komutanlığı da yapmıştır. Otuz dört yaşında, yüzbaşı iken emekli olmuştur. 1933’de Isparta’dan Barla’ya annemin babası Hacı İbrahim, üvey babam Re’fet Barutçu ve ben beraber gittik. Atla gitmiştik. Bedre ve İlema köyleri üzerinden Barla’ya varmıştık. Üstad ‘On iki tâne evlâd-ı mâneviyem var, Bedreddin On üçüncü oldu’diye bana iltifat ve alâka gösteriyordu. O zaman on üç yaşındaydım. Dedem ‘Yaşı da on üç’ deyince Üstad, tebessüm ederek ‘Beli, beli, (Evet, evet,) tevafuk etti!.’diye konuştu. Barla’da üç gün kadar kalmıştık…”
Üstad Hazretlerinin Barla’daki mescidine yapılan taarruza karşı ortaya koyduğu değerlendirme mühim: “Bu yeni hâdisenin mâhiyetini merak etmişsiniz. Oraya gelen iki uzun mektup, mâhiyetin gösteriyor. ‘Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasına mâni olan ve mescidleri tahribe çalışan kimseden daha zâlim kim vardır?’ (Bakara Sûresi,13) âyetine mâ sadak (doğrulayıcı) olarak bu hâdise, bize karşı rahmet yönüyle bakıyor. Dinsizlere karşı olan yönü, azap ve kahır ile nazar ediyor. Her ne ise.. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değildir.”
Mektubun üçüncü bölümünde Üstad kendisine hat ve şiir nimetlerinin verilmeyişini şöyle değerlendiriyor: “Hat bilseydim, hattıma (yazıma) itimad edip, meseleler ruhta kararlaşarak, nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladımsa, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi. Şiir ise gerçi kıymetli, şirin bir ifade vasıtasıdır. Fakat şiirde hayâl hükmettiği için hakikate karışır, hakikatların şeklini değiştirir. Hakikat olan Kur’an-ı Hakîmin hizmeti bize istikbalde mukadder olduğundan, kader-i İlâhi bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı. ‘Biz ona (Hz. Muhammed’e) şiir talim etmedik’ (Yâsin Sûresi,69) sırrı buna bakar.”
Hat mevzuunda dayanışan bir heyet halinde Üstadlarının imdadına koşan ihlâs ve sadâkat timsali talebelerinin meydana getirdiği heyeti Üstad şöyle tasvir ve tabir ediyor: “Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur Talebelerinin bir şahs-ı manevisi (cemaat olarak tüzel kişiliği) var; şüphesiz o şahs-ı mânevi bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevinin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda lâyık olmadığım halde, haydi hüsn-ü zannınıza binâen bu fakire bir üstadlık ve tâbi olma noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmi ve kalemsiz olduğum için sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadiste gösterilen (Yani: “Mahşerde hakiki âlimlerin sarfettikleri mürekkep şehidlerin kanıyla tartılır, o kıymette olur.” ve “Bidatların ve dalâletlerin istilası zamanında benim sünnetime sarılanlara yüz şehid sevabı vardır” diye buyurulduğu üzere) ecir ve sevabı alırsınız.” (İhlas Risalesi)
Bir saatte ancak bir sayfayı yazabilen Üstad Hazretlerinin dünyayı aydınlatacak Nur Külliyatını ortaya koyabilmesi için yazıp çoğaltarak âleme neşredecek kâtiplere ihtiyacı vardı. Böylece bir cemaat ruhu da teşekkül ediyordu… Çok hızlı olarak yazı yazmaya muktedir olsaydı belki de kâtiplere ihtiyaç duymayacaktı ve böyle bir cemaat ruhu da, esbab dairesinde, meydana gelmeyecekti…