Eski Ahid’in (Tevrat) Yasa’nın Tekrarı bölümünde, Hz. Musa’nın ölümünden önce bir veda konuşması mahiyetindeki “Musa İsrail Oymaklarını Kutsuyor” bölümünde, şu ifadeler var. “Hak, Sina Dağından ikbal etti. Sâir’de doğdu. Fârân Dağlarında zuhur etti.” (Eski Ahid, Yasanın Tekrarı, 33/2) sözleri, Tur-ı Sina ile Hz. Musa Aleyhisselamın peygamberliğini, Sâir ile ve Şam Dağlarına işaretle Hz. İsa Aleyhisselamın Peygamberliğini, Hicaz Dağlarından ibaret olan Fârân Dağları ile de Hz. Muhammed Aleyhisselamın Peygamberliğini haber veriyordu. Onun için Musevî ve Hıristiyan bilginlerin çoğu, Hz. Musa Aleyhisselamın bu müjdesini okuyunca bir araştırmaya, bu konularda yapılan tefsir ve açıklamaların izlerini sürmeye başlıyorlardı. Bunlardan birisi de İbn-i Heyyeban idi…
İbn-i Heyyeban, Şam taraflarında zengin topraklara sahip zengin bir muhitte yaşıyordu. Dine olan yatkınlığı, kısa sürede onu bir Yahudî Bilgini haline getirmişti. Derken, okuyup öğrendiği bilgilere dayanarak bir gün evini terk etti ve beklediği Peygamber’in arayışı ile yollara düştü; hedefi Medine idi. Burada yerleşecek ve böylelikle, beklediği Son Peygamber’in gelişini kaçırmamış olacaktı.
Çok geçmeden de, Medine’liler ile bütünleşmiş, onlardan biri haline gelmişti. Tam bir gönül adamıydı; ibadet ediyordu, insanlara iyilikte bulunuyor, nasihat ediyordu. Kıtlık zamanlarında, Medine’liler onun yanına geliyor, bir rahmet olan yağmurun gelmesine vesile olması için ettikleri dualarda onu da yanlarında görmek istiyorlardı. O ise, Allah adına gönülden bir sadaka verilmeden, bu isteklere EVET demez ve duaya çıkmadan önce, hayır adına bir faaliyetin yürütülmesini isterdi. Daha sonra DUA’ya dururlar ve henüz meclislerine yeni gelmişken yağmur yüklü bulutların gelip rahmete vesile YAĞMUR indirmeye başladığına şahit olurlardı. Aynı durum, birkaç defa tecrübe edilip kesinlik kazanınca artık bu, kesin bir kanaat haline gelmişti.
Ne var ki, İbn-i Heyyeban için yolculuk emareleri zuhur etmişti. Gideceğini anlayınca, insanlar etrafında toplanmıştı ve son nasihatlerinden istifade etmek istiyorlardı. hirete gidici olduğunu bildiği için, onlara şöyle seslenmişti:
“Ey Yahudi topluluğu! Gördüğünüz gibi ben, zengin buğday ve üzüm topraklarıyla dolu bir beldeden, kıtlık ve yoksulluk dolu böyle bir diyara geldim. Bunun sebebi nedir biliyor musunuz?”
Herkesi bir merak sarmıştı. Onun geliş hikmet ve sebebini kimse bilmiyordu. Öyle ya, sessizce gelmiş ve âdeta bir Medineli gibi sıradan bir hayat yaşar olmuştu. Onlar da “Sen daha iyi bilirsin, demişlerdi.
O da tane tane şunları söylemeye başlamıştı:
“Ben bu beldeye, zuhur edip gelmesi yaklaşmış olan Peygamberi beklemek için geldim. Burası onun HİCRET edeceği beldedir. Ben ümit ediyorum ki, O Peygamber buraya gelir ve ben de O’na tâbi olurum. Gölgesi başınızın üstündedir; neredeyse gelmek üzere…
Ancak bir de endişesi vardı. O toplumun aralarında kalmış, karakterlerini ve tabiatlarını iyice öğrenmişti. Bu insanlar, kendilerinin dışında bir gelişmeye, iyi veya kötü olduğuna bakmadan menfi bir tavır takınır ve asla onu bünyelerine almazlardı. Bu Peygamber geldiğinde de aynı tavrı gösterirlerse ne olurdu!.. Öyleyse, aksi halde başlarına geleceklerden de haberdar edilerek onların şimdiden kulaklarını çekmeliydi. Unutamayacakları şu cümleleri ruhlarına işlercesine söyledi: “O halde, Onun önüne geçmeyin ey Yahudi topluluğu! Çünkü o, cihadla vazifelidir ve kendisine muhalefet edip karşı çıkanları esaret altına almak üzere gönderilecektir. Sakın bu, sizi O’na tabi olmaktan men etmesin!..”
Bunları söyledi ve beklediği SON PEYGAMBERİ dünya gözüyle göremeden yoluna devam etti. Artık Medine’de, İbn-i Heyyebân’ın sadece kulaklara küpe sözleri ve yaşadığı tatlı hatıraları vardı…
Seneler sonra Kurayzaoğulları fitne çıkarınca kuşatıldı. İbn-i Heyyeban’ı dinleyen bazı gençler toplanıp kabilelerine şöyle seslendiler: “Ey Kurayza oğulları! Allah’a yemin olsun ki, bu İbn-i Heyyeban’ın size zamanında anlatıp söz aldığı Peygamberdir!..”
Bunun üzerine meseleyi hatırlayan bazıları ittifakla: “Evet… Doğru söylüyorsunuz!. Gerçekten gelişmeler aynen İbn-i Hayyeban’ın dediği gerçekleşiyor.” dediler. Beraberce gelip Peygamber Efendimize (S.A.S.) teslim olup İslamiyeti tercih ettiler. Böylece hem mal ve mülklerini hem de kendilerini koruma altına aldılar. En mühimi de hiretlerini kurtardılar.
Not: Bazı tasarruflarla, Dr. Reşit Haylamaz’ın Efendimiz isimli kitabından aktarılmıştır.