Lemaat’ta şöyle diyor Üstad: “Şu kainat tamamıyla muazzam bir bürhandır. Gayb âleminin dili, şehâdet âlemiyle Sübhanallah diyerek tesbih etmekte ve Lâ ilâhe illallah diyerek tevhidi ilân etmektedir. Evet Rahman’ın tek olduğunu anlatarak büyük bir sesle ‘Lâ ilâhe illâ HÛ’ diyerek zikretmektedir…
“Kainatın bütün zerreleri ve hücreleri, bütün erkân ve âzası zikreden birer dildir ki, kainatın o büyük sesiyle beraber ‘Lâ ilâhe illâ Hû” der.
“O dillerde çeşitlilik var, o seslerde mertebeler var. Fakat onun zikri ve sesi ki: ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ diye bir noktada toplar.
“Kainat en büyük bir insandır, büyük sesle eder zikri, bütün eczası, zerreleri, küçücük sesleriyle, o yüce ve yüksek beraber ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ der.
“Şu âlem zikir halkası içinde, Nur’un kaynağı şu Kur’an aşr okuyor. Bütün ruh sahibi şuurlu varlıklar, ondan ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ fikrini alıyor.
“Bu şânı yüce Furkan, o tevhide nâtık (konuşan) bürhan, bütün âyetler sâdık lisan. Şuaları imanın yıldırıma benzer parıltısı. Beraberce ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ der.
“Eğer kulağı şu Furkân’ın sinesine yapıştırsan, derinden tâ derine, sarih şekilde semâvî bir sada işitirsin ki, ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ der.
“O sestir gayet ulvî, nihayet derece ciddî, hakiki pek samimî, hem nihayet munis ve muknî ve bürhan ile donanmış olarak tekrar tekrar ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ der.
“Şu nurlu parlak burhanda, altı cihet şeffaftır ki, üstünde nakşedilmiştir, parlak mucizelik mührü… İçinde parlayan hidayet nuru “Lâ ilâhe illâ Hû’ der.”
“Kainat mescid-i kebirinde, Kur’an kainatı okuyor. O’nu dinleyelim… O nur ile nurlanalım.” (Yedinci Söz)
Şimdi bir de Fî Zılâl tefsirine göz atalım:
“İbrahim Suresinin 32-34. Âyetlerinde, kainat kitabının kapağı açılıyor. Ürperti veren satırları Allah’ın sayısız nimetlerini dile getiriyor. Bu kitabın muhteşem ve geniş sayfaları göz alabildiğince uzanıp giden türlü türlü nimetleri ardarda sıralıyor: “Gökler ve yer… Güneş ve ay… Gündüz ve gece… Gökten inen su ve yerden biten meyveler. Üstünde gemilerin yüzdüğü deniz ve çeşitli rızıkları akıtan nehirler… Kainatın bu sayfaları bütünüyle gözler önüne serilmiş olmasına rağmen, câhiliye hayatını yaşayan insanlar dönüp bakmıyorlar, okumuyorlar, bu sayfaları inceleyip şükretmiyorlar. Çünkü insan çok zâlim ve son derece nankördür. Allah’ın nimetini küfürle karşılar. Her şeyin yaratıcısı, her canlının rızkını veren ve bütün evreni insanın faydasına sunan Allah olduğu halde, ona eşler koşar:
“O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirerek, onunla size rızık olarak çeşitli meyveler ortaya çıkardı. Onun buyruğu ile denizde yüzen gemiyi faydanıza sundu, nehirleri istifadenize sundu. Sürekli şekilde yörüngelerinde dönen güneşi ve ayı menfaatinize sundu, gece ile gündüzü yararınıza sundu. O size Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz. Şüphesiz insan çok zâlim ve son derece nankördür.” (İbrahim Suresi, 14/32-34)
“Bir hamledir bu… Vicdanı yakan bir kırbaçtır bu… Gökler ve yer, güneş ve ay, gece ve gündüz, denizler ve nehirler, yağmurlar ve meyveler bu hamlede yer alan dehşet verici araçlardır. Kendine özgü bir sesi bir şaklaması var bu kırbacın… Çok zalim ve son derece nankör olan şu insanı sızlatan bir tesiri vardır.
“Hiç kuşkusuz bu kitabın gerçekleştirdiği mucizelerden biri, bütün evrensel sahneleri, bütün ruhî çalkantıları tevhid inancı etrafında birleştirmesidir, evrenin sayfalarında veya insan vicdanında yer alan her parıltıyı bir delile, bir mesaja dönüştürmesidir. Böylece evren, içindeki canlı ve cansız varlıklarla birlikte Allah’ın âyetlerinin sergilendiği bir vitrin niteliğini kazanır. Burada yüce Allah’ın kudret eli her an yeni harikalar meydana getirmektedir. Kudret elinin izleri evrenin her sahnesinde, her manzarasında, her tablosunda ve her bölgesinde kendisini gösterir. Bu Kur’an ulûhiyet ve ubudiyet problemlerini zihnî bir tartışmada, mücerred teolojik bir incelemede veya fizik ötesi felsefi bir kalıpta sunmaz. Bu çeşit bir sunuş, insan kalbini uyaramayan, ona tesir etmeyen, ona bir mesaj veremeyen donuk ve içeriksiz bir sunuştur… Bu Kur’an ulûhiyet ve ubudiyet problemini kainatın sahnelerinden oluşan gerçekçi tesirler ve tesirli mesajlar alanında ele alır. Yaratılış evrelerinde, fıtratın derinliklerinde insanın kavrama yeteneğinin algılayacağı son derece alanlarda irdeler. Hem de kendisine özgü bir güzellik, bir ihtişam, bir âhenk içinde…
“Yüce Allah’ın gücünün ve nimetlerinin sergilendiği bu ihtişamlı ve uçsuz bucaksız sahnede, harikalar yaratan sanat fırçası nimetlerin insanlara veriliş gayesine uygun çizgiler çizmektedir: Önce gökler ve yer çiziliyor. Ardından gökten inen su ve bu su sayesinde yerden biten meyveler ve bitkiler çiziliyor. Sonra bu fırça yeni bir çizgi, yeni bir manzara eklemek için tekrar gök tablosuna çizilen son manzara ise, güneş ve ayla bağlantılı bir manzaradır. Gece ve gündüz… En sonunda gökler ve yeri kapsayan bir çizgi çiziliyor. Bu çizgi bütün sayfayı renklendirmeye gölgelendirmeye yetiyor.
“O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz.” (14/34)
“Hiç şüphesiz bu bir mucizedir. Fırçanın çizdiği bütün dokunuşlar, bütün çizgiler, bütün renkler ve gölgeler olağanüstü bir âhenk oluşturmaktadır.”
Kur’an-ı Hakimi bu şuurla okuyup inceleyelim.