Allahû Teala Vahidiyeti ile bütün Esma-i Hüsna’ sının tecellileri ile kainatı bir saray gibi tek elden idare ettiği gibi Ehadiyeti ile de teker teker her şeye ve en cüzî şeylere bütün Esma-i Hüsnası ile tecelli eder.
Her bir varlık da, Cenab-ı Hakkı güzel isimlerinin çoğu ile tanıtır ve tarif eder. Allahû Teala, cisim ve cismani olmadığı için zaman ve mekan onun görmesine engel değildir. Her yerde ilmiyle, kudretiyle hazır ve nazır olduğundan dolayı hiçbir şey müdahale edemez. Vasıtalar ve büyük büyük cirimler ve cisimler, Onun icraat ve fiillerine perde çekemez. Büyük-küçük her hangi bir şeye teveccühünde bölünme ve parçalanma olmaz (Kudretinin bir kısmı bazıları ile bir bölümü de başkaları ile uğraşmak gibi bir durum olmaz. Diğer isimlerinin tecellisinde de böyle bölünme söz konusu değildir. Her şeye bütün Esma-i Hüsnası ile veya istediği biçimde teveccüh eder.) Bir şey bir şeye mani olmaz. Hadsiz fiilleri bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı manen yerleştirdiği gibi, bir âlemi bir tek fertte yerleştirebilir. Bütün âlem, bir tek fert gibi kudretinde çevrilir. Nasıl ki, nûrani olduğu için bir derece kayıtsız olan güneşin yansımaları, her bir parlak, cilalı ve şeffaf eşyada temessül eder(sanki içlerinde birer güneş varmış gibi, kabiliyetlerine göre akseder.). Binlerle, milyonlarla aynalar güneşin nuruna mukabil gelse, bir tek ayna gibi, bölünmeden parçalanmadan, bizzat her birinde misali görüntüsü ile bulunur. Yani her birinde kabiliyetine göre yedi rengiyle, sıcaklığı ve parlaklığı ile sanki bir güneş vardır. Eğer aynanın kabiliyeti olsa, güneş azametiyle onda eserlerini gösterebilir. Bir şey bir şeye mani olmaz. Binler, bir gibi ve binler yere bir yer gibi kolay girer. Her bir yer, binler yer kadar o güneşin akislerine mahzar olur.
İşte şu kainatı bu kadar sanatlı ve mükemmel yaratan Cenab-ı Hakkın, nur olan bütün sıfatlarıyla ve nurani olan bütün isimleriyle, Ehadiyet sırrı ile( yani her şeye bütün isimleriyle teveccüh etmesi, her bir şeyin de Cenab-ı Hakkın tecelli eden bütün isimleriyle tanıtıp tarif etmesi sırrı ile) öyle bir tecellisi vardır ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nazırdır. Teveccühünde bölünme parçalanma olmaz. Aynı anda her yerde, her işi yapar, hiçbir zorluk, sıkıntı, külfet ve sıkışıklık da olmaz.
İşte üç maddede izahına çalıştığımız üç sır ile bütün mevcudat (yaratılan varlıklar) bir tek mevcut gibi kolay olur. Her bir mevcudat, sanat güzelliği bakımından bütün mevcudat kadar kıymetli olabilir. Nasıl ki, mevcudatın hadsiz bolluk içinde çok olmasına rağmen, her bir fertte hadsiz sanat inceliklerinin bulunması bu hakikatı gösteriyor. Eğer o mevcudat doğrudan doğruya bir tek Yaradana, bir tek Sanatkâra verilmezse, o zaman her bir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülatlı olur ve bütün mevcudat bir tek mevcut kıymetine düşer. Şu halde, ya hiç birşey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz olacak, değeri hiçe inecek.
5-Muhalefetün lil havadis, sonradan yaratılanlara benzememek demektir. Allah, sonradan var olanlara benzemez. Yaratıklardan hiçbirisine, hiçbir yönden benzemez. Hatırlara gelen her türlü benzetmeden Allahû Teala mutlak surette başkadır. Yaratılanlar, değişirler, başkalaşırlar, birbirlerine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü, fani varlıkların şöyle veya böyle Allah’ a benzemeleri mümkün değildir. “Allahın zâtına benzer hiç birşey yoktur.” (Şura, 42/11)
Kainatı Yaratan Sanatkâr elbette kainat cinsinden değildir. Onun mâhiyeti hiçbir mâhiyete benzemez. Öyle ise, kainat dairesindeki mâhiyetler, kayıtlar onun önüne geçemez. Onun icraatını kayıtlayamaz. Bütün kainatı birden tasarrufu altına alıp istediği gibi çevirebilir. Eğer kainat yüzündeki görünen tasarruflar, fiiller ve icraatlar, kainata havale edilse, o kadar müşkülat ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiçbir intizam kalmayacağı gibi, hiçbir şey de vücudda kalamaz, belki vücuda gelemez. Mesela, nasıl ki, kemerli kubbelerdeki ustalık sanatı o kubbedeki taşlara havale edilse, ve bir taburun subaya ait idaresi, erlere, neferlere bırakılsa, ya hiç vücuda gelmez veyahut çok müşkülat ve karışıklık içinde intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki o kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nevinden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferlerin idaresi, mertebe itibariyle subaylık mâhiyetine haiz olan bir subaya havale edilse, hem sanat kolay olur, hem tedbir ve idare kolay olur. Çünkü taşlar ve neferler birbirine mani olurlkar, usta ve subay ise mânisiz her noktadan bakar, idare eder. İşte Cenab-ı Hakkın mâhiyeti, yaratıkların mâhiyeti cinsinden değildir. Belki bütün kainatın hakikatları, Cenab-ı Hakkın Güzel İsimlerinden olan Hak isminin şualarıdır. Madem mukaddes mahiyeti hem Vacib’ül Vücud, hem maddeden mücerred, hem bütün mâhiyetlere muhaliftir, eşi benzeri yoktur. Elbette, Cenab-ı Hakkın o ezeli kudretine nispeten bütün kainatın idaresi ve terbiyesi, bir bahar belki bir ağaç kadar kolaydır. Ölmüş bütün insan ve hayvanların mahşer meydanına diriltilip toplanması, âhiretin, Cennet ve Cehennemin yaratılması, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda diriltilmeleri kadar kolaydır.
Hiçbir şeye benzemeyen O Zatın kudretine göre, az-çok, büyük-küçük fark etmez. Mesela imtisal (emir dinleme-itaat) sırrına göre bir kumandan bir neferi bir “Marş!” emriyle harekete geçirdiği gibi, bir koca orduyu da aynı emirle harekete geçirir. Çünkü komutanın konumu, erlerin konumunun çok üstündedir. İşte sırf konum farkından dolayı kendisi insan olan bir komutan, kendisi gibi insan olan fakat er konumunda bulunanlar üzerinde böyle bir güce sahip olursa, Yaratıcı konum ve mâhiyetinde bulunan Cenab-ı Hakkın yaratıklar üzerindeki gücünü anlamak gerekir.