İki kelimeyi bir araya getirmeyen bir kişinin başına bir bela veya bir musibet gelsin, bakarsınız en kestirme şekilde, en etkileyici ifadelerle derdini anlatmaya, meramını ifade etmeye başlar… Dertlenme, insanı konuşkan yapar… İnsanlığın problemlerini çözme, güzellikleri yayma üzerine kendisini programlamış bir insan da artık dominanttır… Fedâkârlığı ve cefakârlığı ölçüsünde, bu keyfiyeti ziyadeleşir. Aksiyon gücü artar.
Ahmed Zamir 1996’ta tanıştığımız Hind Asıllı Atlanta’da yaşıyan bir genç… 1998’de yaşadıkları bölgeyi ziyaret etmiştim. Babası mühendis… Arkadaşları ile çocuklarını yani Ahmed’leri İslâmî bilgilerle yetiştirmek için bir İslâm Merkezi açmışlar. Gerçekten güzel bir yer… İçinde, mecsit, sınıflar, ve toplantı salonları var. “Ahmed kardeşim, babangiller bak sizler için ne güzel imkânlar hazırlamış!. Bu imkânlarla İslâmî güzelliklerin pek çok kimse tarafından tanınmasına vesile olmuşsunuzdur!.” dedim. Şöyle bir yüzüme baktı. “Bizimkiler, sizler gibi değil…. Babamlar bu merkezi bizi korumak için yaptılar ama bizleri bile koruyamıyorlar. Eğer, başkalarına bir şeyler anlatmak üzere bizleri yetiştirmiş olsalardı, bizleri de korumuş olurlardı!” dedi.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi diyor ki: “Hakikî var olmanın yolu aksiyon ve düşünceden geçer. Kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünceden. (…) Hayatın en önemli, en zarurî hadisesi aksiyondur. O uğurda pek çok şey kaybetme pahasına da olsa, sürekli aksiyon, sürekli düşünce ile bir kısım sorumluluklar altına girerek, bir kısım problemleri göğüsleyerek âdeta kendi kendimizi mahkûm edip hep hareket etme mecburiyetindeyiz… evet, eğer kendimiz olarak hareket etmezsek, başkalarının HAMLE ve AKSİYON DALGALARININ, DÜŞÜNCE ve PLÂN GİRDAPLARININ tesirine girerek, onların hareket fasıllarını temsil etme zorunda kalırız.
“Hep hareketsiz kalma, çevremizde olup biten şeylere müdahale etmeme, etrafımızdaki oluşumlara karışmama, suyun içine düşmüş bir buz parçası gibi kendimize rağmen, kendi kendimizi erimeye salmak demektir. Özümüzün moleküllerini koruyamayacağımız böyle bir erime ise, kendimize ters ve özümüze de zıt her hangi bir oluşuma teslim olmak sayılır. Kendi olarak kalmayı plânlayanlar, bütün arzularıyla, istekleriyle, kalbleri ile, vicdanları ile, hareket ve düşünceleriyle onu istemelidirler; zira VAR OLMAK İÇİN, BÜTÜNÜ ile İnsan Özünün GERİLİMDE olması şarttır… evet önce var olmak, sonra da varlığı devam ettirmek, insandan, kol ister, kanat ister, kalb ister, kafa ister. Bizler yarınki varlığımız için şimdiden kalb ve kafalarımızı fedâ etmezsek, başkaları, hem de bize hiçbir yararı olmadığı bir zemin ve zamanda, gözümüzün içine baka baka onları bizden isteyebilir.
“Kendimiz olmak, kendimizin isteklerini, âlemin istek ve arzuları hâline getirmek; sonra da umum varlık içinde kendimize bir hareket mecrası (akış yolu) bulmak ve kâinattaki umum cereyanlar içinde kendi cereyan yolumuzda kendimiz olarak akmak; yani bir taraftan BÜTÜN VARLIKLA BÜTÜNLEŞİRKEN, diğer yandan da kendi ÖZ ÇİZGİMİZİ KORUMAK; işte İslâmî aksiyon ve düşüncenin en belirgin yanlarından biri!.. Kendi âlemi itibarıyla umûmî varlıkla irtibatlanamayan, kâinatla olan alâkalarını duymayan; ferdi ve cüz’î isteklerine bağlanıp âlem şümul gerçeklere karşı kapalı kalan kimse, kendini bütün varlıktan koparır, tecrid eder ve egoizmin öldürücü mahbesine (hapisanesine) atar. Bedene ait bütün iştihaların, cismaniyet etrafında gerçekleşen bütün kavgaların ve onlarda aranan içi boş, kuruntu buudlu bütün tesellilerinin, insanın varlıktan kopup kendi kendine kalmasından kalmasından kaynaklandığında şüphe yoktur. Hakiki aksiyon ve düşünce adamının dünyası ve o dünya içindeki mutluluğa âlem şümul televvünlüdür ve ebediyet çerçevesine hakkedilmiştir. Bu itibarla da onun başlangıcı ve sonu yok gibidir; olsa da tasavvurlarımızı aşar. Bu açıdan da biz MESUT İNSAN derken hep böylelerini hatırlarız. Zaten sonu ve başlangıcı olan saadete de saadet demek mümkün değildir.
“Daha enfes bir yaklaşımla aksiyon; insanın, en samimi ve içten kararlarla bütün varlığı kucaklaması, onu tahlile alması ve onun içindeki koridorlardan sonsuza yürünmesi, sonra da Nâmütenâhî’den aldığı bir sır ve kuvvetle zekâ ve iradesinin bütün gücünü kullanarak, kendi âlemini, HİLKAT ile hedeflenen gerçek yörüngesine yerleştirmesidir.”
Bizim HİLKAT (yaratılış) gayemiz, Cenab-ı Hakkı isim ve sıfatları ile tanımak, marifetullah ufkuna ulaşmak, muhabbetullah ve ruhanî zevklerle tanışmak; bu tadılan haz ve lezzetleri bütün insanlığa taddırmaktır. Kâinatta herşey herbir zerre, hamd ve tesbihle âdeta kendinden geçercesine bu umumî âhenge dem tutmaktadır. İnsan da gerçek kulluk ve ibadetlerle kainatın bu umumî akışına uymuş ve kainatla bütünleşmiş olmaktadır. Cismanî yaşayışı terk edip kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselenler bu gerçeği hakka’l-yakîn hissederler.