Sadettin Başer Ağabeyin Çin hatıralarının son bölümü:
Çin’de bulunduğumuz süre içinde dikkatimizi çeken durum, komünizmle yönetilen bir ülke olmasına rağmen dükkanların ve mağazaların her türlü satılacak mallarla lebalep dolu oluşu bizi şaşırtmıştı. Rusya’daki durumdan çok farklı bir görüntü vardı. Bakü’de fotoğraf makinemizin filmi bittiği için bir film bulamamış, birinin yardımıyla siyah bir kağıda sarılı üzerinde ambalajı dahi olmayan siyah-beyaz filmi bir karanlık yer bularak fotoğraf makinamıza yerleştirmiş, ihtiyacımızı bu şekilde gidermiştik. Türkiye’ye dönüp filmleri tab ettirdiğimiz zaman ne görelim? Çektiğimiz resimlerin ne olduğu belli bile değildi. Ama burada istediğiniz her şey dünyanın her yerinde olduğu gibi Çin’de de mevcuttu. Dikkatimiz çeken bir başka şey de, havanın bunaltıcı sıcaklığının yanında sisli puslu olmasıydı. Mehmet’e bunun sebebini sormuştum. Üniversitede hocaların dediğine göre, 1980’de başlayan ve uzun yıllar sürüp giden İran-Irak savaşında kullanılan kimyasal silahların tesiriyle, Çin’de havaların bu şekle geldiği kanaatine vardıklarını söylemişti.
Çarşıyı pazarı gezerken meyve ve sebzelerin bolluğu, hatta çürümeye terk edilen meyve ve sebzelerin temizleyicilerin gelip almaları için yolların ortasında tepecikler halinde bulunması çok dikkatimizi çekmiş ve Necati ağabeyle konuşurken, ”Nüfusu 1 buçuk milyara yakın olan Çin halkının nasıl beslendiğini dünyada çok insan merak ediyordur, ama merhametlilerin en merhametlisi olan yüce Allah bu ülkeye o kadar bol ihsanlarda bulunmuş ki, milletin ihtiyacından fazlası çöpe atılmak üzere yolların ortasına dökülmüş” diye hayretimizi ancak bu duygularla dile getirebilmiştik.
Özellikle köklü bir kültüre sahip olan Çin’in ünlü sarayların gezerken, yapımı asırlara vardığı halde hala göz kamaştırıcılığına devam ettiğini hayranlıkla müşahede ettik. Özellikle Pekin’in ana caddelerinde trafiğin uyum içinde seyir hali de bizi hayran bırakmıştı. Hele o müthiş denilebilecek bisiklet ordusu ve onlara ait park yerlerindeki dizilişlerini şaşkınlık içinde seyrediyor, akşam işten dönen insanlar kendi bisikletini haydi tanıyor diyelim ama belki on binlerce bisikletin arasından nasıl çıkarabileceğinin formülünü bir türlü çözememiştik.
Pekin’den uçağa bindikten dört saat sonra tekrar Urumçi’deyiz. Yine Hamdi Bey bizi karşıladı evinde bir gece daha misafir olduk ve ertesi günü Urumçi-Almaata uçağıyla Çin Seyahati de böylelikle hiçbir zorluk görmeden ülkemizin ayrı kalmanın dışında kayda değer bir yalnızlık yaşamadan Çin`den ayrıldık. İnşallah geleceğe yönelik bir hayra vesile olması ümidiyle bu uzun seyahati kazasız belasız geçirmemizi lütfeden Allah’ımıza şükürler ettik.
Almaata’ya geldik. Almaata`da yine aynı dostların, misafiri olduktan sonra Taşkent`e uğramak durumundaydık. Çünkü, yanımıza Ebulkasım Bey’i ve kızı Dilara`yı da alarak ülkemize dönüş yapacaktık. Kazasız belasız Ebulkasım Bey’lere geldik.
Urumçi’den döndükten sonra Almaata’ya, oradan da Taşkent’e geldik. Önceden karalaştırdığımız şekilde Taşkent’te bizim gelmemizi bekleyen Ebulkasım beylerin evine misafir olduk. Evin tek kızı olan Dilara, Çin’e gitmeden önce dönüşümüzde bizimle birlikte Türkiye’ye gitmeyi arzu ettiğini söylemiş, biz de kendisini götüreceğimize dair söz vermiştik. Onlar da İstanbul’a gitmek için heyecanla bizi bekliyorlarmış. Taşkent`ten hep birlikte uçakla ilk önce Tiflis’e oradan da karayoluyla Batum’da Süleyman amca adında bir tanıdığımız vardı ve onun torunu Abdurrahman’ı Türkiye’de okutuyorduk. Buna da ben vesile olmuştum. Geldiğimizi haber alan Süleyman amca, bizi Batum’a üç beş kilometre uzaklıkta olan evinde misafir etti. Evinde bir gece misafir üzerinden Rize’ye Rize’den de İstanbul’a evimize geldik.
Ara sıra işlerin yolunda gitmemesi endişesiyle heyecan yaşadığımız basit olayları saymazsak genel olarak hiçbir problem ve sıkıntı çekmeden bu uzun yolculukta böylece bitmiş oldu.
Babası Ebul Kasım beyle birlikte Taşkent’ten İstanbul’a getirdiğimiz Dilara’yı İstanbul’da kız talebelerin kalmakta olduğu bir eve yerleştirdikten sonra, Türkçeyi daha rahat konuşabilmesi için Türkçe dersleri almaya başlamıştı.
Dilara artık misafirimiz olarak İstanbul’da kalıyordu. Türkiye’ye geleli birkaç ay olmuş ve Hocaefendiye bazı soruları olduğundan bahisle, mutlaka görüşmek istediğini söylemişti, ben de kendisine Hocaefendinin bu konularda hassasiyetini bildiğim için görüştürme konusunda bir garanti vermemekle beraber İzmir’e götürdüm ve Hocaefendiye Dilara’nın kendisiyle görüşmeyi arzu ettiğini söyledim. Kızın bu teklifini yaptığım zaman Hocaefendinin kalabalık bir arkadaş gurubuyla sohbet toplantısı vardı.
Yeniden durumu Hocaefendiye aktarmak için geldim, orada bulunmakta olan arkadaşla birlikteyiz, oturduğumuz terasın kenarında arı kovanları vardı. Arılar birdenbire kovanlardan boşalıp üzerimize hücum edince herkes kaçtı. Baktım Hocaefendi kımıldamıyor ben de yerimden kalkmadım bu defa Hocaefendi bana; Demek ki bu kız ısrarında ihlaslı diyerek Barbaros Bey ve beni de yanına alarak Dilara ile görüşmüştü. Bu görüşme sırasında Efendimizle (s.a.v.) le ilgili gördüğü bir rüyayı ve şimdi hatırlayamadığım başka sorularda sorduktan sona tekrar İstanbul’a dödük.
Dilara Türkiye’de on beş ay kaldıktan sonra Taşkent’e döndü. Ailesiyle münasebetlerimiz devam etti, Taşkent’e gelen hemen herkes bu ailenin sofrasına oturup yemeğini yedi. Naci Tosun Beyden Hacı Kemal abiye kadar.