Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Eski Said döneminde yazdığı Âsâr-ı Bediyye kitabından bazı parçaları biraz da günümüze bakan yönleriyle aktarmak istiyorum:
Cerbeze (algı operasyonu) nedir?
Cevap: Ayrı ayrı, parça parça büyük işlerde yalnız kusurları görmek ve göstermek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin hâli, bir seyyie ve kötülüğü sünbüllendirerek hasenatı ve iyiliklere gâlip etmektir. (Müellif misal verirken dip notta diyor ki: Çirkin şeyler, çirkin şeylerle tasvir edilir. Gelecek temsillerden dolayı kusura bakılmasın.)
Mesela bir aşiretin her bir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile kuruntuyla sanki bir fert atmış gibi ele alıp sonra o aşiretin her bir ferdi de o kişi gibi kabul edilse…
Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen iğrenç kokuları cerbeze ile hepsini bir dakikada toplayıp o şahıstan gelmiş gibi kabul edilse…
Acaba birinci adam ne kadar iğrenç, ikinci adam da ne kadar tiksinti verici olarak görünür! Hatta hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, aklın onları azarlamaya hakkı olmayacaktır.
İşte şu cerbezenin acayip tarzı, ayrı ayrı zamanlarda ve mekânlarda parça parça meydana gelen şeyleri toplar bir yapar. O siyah perde ile her şeyi görür (ve gösterir).
Görülmüyor mu ki, cerbezeye bulaşmış bir aşık nazarında, bütün kainat, birbirine muhabbet ile tutunmuş vaziyette raksederek hareket edip gülüşüyor gibidir. Veyahut çocuğunun vefatı ile matem tutan bir validenin cerbezeye bulaşmış ümitsizliği nazarında, umum kainat hüzün içinde ağlaşıyor şeklindedir. Herkes, istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır.
* * *
1920’de Üstad’a “Neden (İ.G.Z.) siyaseti galip çıkıyor?” diye soruluyor. O da şöyle cevap veriyor: “Siyasetinin en seçkin özelliğini; fitnekârlık, insanlar ve milletler arası ihtilaflardan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikap etmek, yalancılık, tahripkârlık ve kendi siyasetleri dışında hep menfi hareket etmektir. Bir adam kocaman bir binayı bir günde harap eder, bir taburu ihtilâle verir. Şu alçak siyasettir ki, zâhiren telin edip kötülediği halde, gizlice destekliyor. Fenalık ve kötü ahlâk siyasetine vasıta olduğu için her yerde (hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, zinâ v.s.) kötü ahlakları himaye ederek teşvik ediyor. Şimdiki (1920) İstanbul’un hali şahiddir.”
Maalesef İstanbul’daki hali görünce o zaman Üstad şöyle diyor: “İstanbul’u düşündükçe, iki karış kadar dili uzamış diğer organları gelişmemiş, büyümekten mahrum kalmış ihtiyar bir çocuğun timsali zihnime geliyor.”
1920’lerdeki mimsiz medeniyetin gayr-i İslami siyasetin icraatını anlatırken de o vahşî siyaset anlayışının neticesinde: “Eğer bize mesela bir köyden bir kişi bir zarar verse, bütün köy, çoluk çocuğuyla imhâ edilecektir. Eğer bir cemaatte bir adam, bize hıyanet etse, çoluk çocuğuyla imha edilecektir…”
Üstad bu Tulûat Risalesi’nde: “Zulmün Şedîd bir Nev’i” başlığı altında şunları anlatıyor: “Dünyaca havas (üst tabaka) tanınan insanlardaki meziyet, tevâzu ve mahviyet sebebiyken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fakirlerin âcizliği, avamın fakirliği, merhamet ve ihsana sebep iken; esârete mahkûm olmalarını netice vermiştir.
Bir işte, güzellik ve şeref meydana gelirse, üst tabaka insanlara peşkeş çekilir; kötü şeyler ise avam halka taksim edilir. Meselâ, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, erlere o şan ve şereften bir pay çıkarılmaz. Mağlûbiyet meydana gelince bu sefer kötülük tabura taksim edilir. Mesela: Bir aşiret namuskârane bir iş etse, ‘Âferin Hasan Ağa’ derler. Fenalık ettikleri vakit, ‘Tüh ne pis aşiret imiş’ diyecekler. ‘Musibet, kötülük gelince bana bağırılıyor. Tadlı yendikçe Cündüb çağrılıyor.’ meşhur sözü, şu acîb zulmün tercümanıdır.
Hem de şu ictimaî sistemdeki zulüm damarının bir mecrâsı da şudur: Yüksek tabakada birinin öldürülmesiyle, çok seneler matem tutulur. Halbuki onun cinayetiyle avam-halk tabakasında yüzer, belki binlercesi telef olsa, bir-iki günde unutulur. Şu ise, Kur’an’ın adâletine zıddır. Bir şah, bir fakiri öldürse, şeriat kısasa hükmeder, ikisini bir görür.