Almanya’da bir zamanlar doktorasını yapan bir akademisyen anlatmıştı… “Beraber doktora çalışması yaptığım Alman arkadaşlar, bir gün ‘Senin, biz hiç müzelere gittiğini, sanat eseri heykelleri seyrettiğini görmedik? Boş zamanlarını ne ile değerlendiriyorsun?’ diye sordular. Onlara, ‘Sizin yanlışınız var, ben o sergilere, galerilere her gün uğruyorum!’ dedim. ‘Nasıl yani?’ diye sordular. Dedim ki, ‘Sabah evden çıkıyorum, yayan olarak parklardan, bahçelerden tefekkür ede ede geliyorum. O canlı sanat eserleri; her değişen şekil ve renkleriyle, bana müthiş bir sanat temâşa zevki veriyor!’ dedim. Şaşırdılar.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri On İkinci Söz’de şöyle diyor: “Kur’an’ın ortaya koyduğu hikmet ile felsefenin hikmetinin farklarına şu gelecek temsilî hikayenin dürbünüyle bak: Bir zaman, hem dindar hem gayet sanatkar meşhur bir hükümdar, istedi ki, Kur’an-ı Hakîmi, mânalarındaki kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizeliğe lâyık bir yazı ile yazsın. O mucizeler gösteren Kur’an’ın endamına, hârika bir elbise giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’an’ı pek acîb bir tarzda yazdı. Bütün kıymetli cevherleri, yazısında kullandı. Hakikatlerinin çeşitliliğine işaret için: Bazı harflerini elmas ve zümrüt ile, bir kısmını, inci ve akîk ile, bir tâifesini pırlanta ve mercanla, bir nevini, altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süsleyip nakış vurdu ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup güzelliğinden bahsederdi. Bilhassa, hakikat ehlinin nazarına o zâhirî ve geçici güzellik, mânasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaretleri olduğundan, pek kıymetli bir antika olmuştur.
“Sonra o hükümdar, şu sanatlı ve yaldızlı Kur’an’ı, bir ecnebi filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfaat için emretti ki; ‘Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.’
“Evvela o filozof, o sonra o âlim, ona dair birer kitap yazdılar. Fakat filozofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından, birbirleriyle olan münasebetlerinden, vaziyetlerinden ve cevherlerinin özelliklerinden ve tariflerinden bahseder. Mânasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam, Arapça yazıyı okumayı hiç bilmez. Hatta o süslü Kur’an-ı Kerim’i bilmiyor ki, bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona nakışlı bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin gerçi Arapça bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyagerdir. İşte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.
“Ama Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, ‘O, Kitab-ı Mübîn Kur’an’dır. İşte bu hakperest zât, ne zâhirî tezyinata ehemmiyet verdi, ne de harflerin nakışları ile meşgul oldu. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın meşgul olduğu meselelerinden daha yüksek, daha kıymetli, daha hoş, daha şerefli, daha faydalı, daha derli toplu… Çünkü nakışların perdesi altında olan mukaddes hakikatlerinden, nurlarından ve sırlarından bahsederek, gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
“Sonra ikisi, eserlerini götürüp o şanlı hükümdara takdim ettiler. O hükümdar, evvelâ filozofun eserini aldı. Baktı gördü ki, o kendini öven ve tabiatperest adam, çok çalışmış. Fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir mânasını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o hakikatler kaynağı olan Kur’an’ı, mânâsız nakışlar zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o hikmet sahibi hükümdar da, onun eserini başına vurdu. Huzurundan çıkardı…
“Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki, gayet güzel ve faydalı bir tefsir; gayet hikmetli ve irşad edici bir eserdir. ‘Aferin bârekâllah. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sâhibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecâvüz etmiş bir sanatkârdır.’ dedi. Sonra onun eserine bir mükafaat olarak: Her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden ‘On altın verilsin’ diye irade etti.
“Eğer temsili anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör: Temsildeki o müzeyyen Kur’an; şu sanatlı yaratılmış kâinattır. O hükümdar, Hâkim-i Ezelî Cenab-ı Haktır. O iki adamdan ecnebisi; filozoflardır. Diğer, Kur’an talebeleridir. Evet Kur’an-ı Kerim, şu büyük kainat kitabının en yüce bir müfessiri (tefsircisi) ve belâğatlı bir tercümandır. Evet o Kur’an’dır ki, şu kainatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında Kudret kalemiyle yazılan tekvînî (yaratılış) âyetlerini cinlere ve insanlara ders verir.
“Hem her biri, mânâlı birer harf olan varlıklara, Yaradan hesabına bakar, ‘Ne kadar güzel yaratılmış, ne kadar güzel bir surette Yaradanın cemâline işaret ediyor’ der. Bu anlayışla, kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.
“Ama felsefe ise, varlıkların harflerinin tezyinatında ve münasebetlerinde dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış… Şu büyük kainat kitabının harflerine ‘mânâ-yı ismî’ ile mevcudata, mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. ‘Ne güzel yaratılmışa’ bedel, ‘Ne güzeldir’ der çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisinden şikayetçi yapar. ‘Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…’
Cansız, donuk, resim ve heykelleri seyretmek yerine her an değişen, apayrı güzelliklerle yenilenen kainatın ve içindeki canlı sanat eserlerinin heyecan verici harikaları karşısında kendimizden geçip mânevî zevklere ve hazlara gark olmamız fıtratımızın gereğidir ve bir ibadet neşvesidir…
Üstad Hazretleri gibi büyük zatlar, gerçekten derin gözlemciler. Cenab-ı Hakkın ağaçlarda, kuşlarda icrâ ettiği harika sanatlar karşısında sanki, onlara içlerine girmiş gibi bütün duygularıyla onlara nüfuz ediyor ve görüp hissettiklerini, duyup doyduklarını çok da şâhâne ifade ediyorlar. Onların irfan pınarlarından kaynayan belâğatlı tefekkürî şaheserlerini bizler de mütalaa ve müzakere ederek hissemizi almalıyız. Temrinlerimizi onlara üzerinde yapıp yani okuduklarımızı iç âlemlerimiz de dokuyarak Cenab-ı Hakkın kainattaki rahmet eserleri üzerinde hiç olmazsa kendi çapımızda gözlem ve tefekkürlerimizi derinleştirmeye çalışmalıyız…