Kastamonu Lâhikasında bulunan bir mektupta Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Bugünlerde sabah namazı tesbihatında İstanbul’daki ihtiyarın GARAZKÂRÂNE şahsıma karşı GALİZ GIYBETİ üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i emmârem heyecan geldi, ‘Mazlumun, bu nevi zulüm çekilmez’ dedi İNTİKAMINI ALMAK istedi. Birden kalbime geldi: ‘Belki Risale-i Nur’un İstanbul’da neşrine bir vesile olur. Sen madem dünya hayatını ve ahiret hayatını dahi Risale-i Nur’a feda ediyorsun; bu izzet-i nefis damarını dahi feda et. Hem kainatın yaratılış sebebi ve âlemin iftihar tablosu Muhammed Aleyhisselam’a ‘mecnun’ tabiri kullanan insanlar bulunduğu gibi, senin o güneşe nisbeten zerrecik bir izzet-i nefsinin kırılmasına ehemmiyet verme!’ diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti.”
Bu itiraz ve gıybet konusu üzerine yazdığı başka bir mektupta da Üstad şöyle diyor:
“Aziz, sıddık müdakkik, müstakim kardeşlerim! Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.’ sırrıyla, ehl-i velâyet (evliya olanlar), gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübâreze edebileceklerini Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen sahabelerin) aralarındaki muharebe gösteriyor. Demek ki, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından düşmezler. Meğer, bütün bütün şeriatın zâhirine (İslâmiyetin apaçık hükümlerine) muhalif ve hatası açık bir ictihadla hareket edilmiş ola…
“Bu sırra binâen ‘O muttaki müminler ki, kızdıklarında öfkelerini, gayızlarını yutarlar ve insanların kusurlarını affederler.’ (Âl-i İmran Suresi, 3/134) âyetindeki ulüvv-ü cenâp düsturuna uyarak ve mümin avam halkın şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkanlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın, ehl-i haktan iki taifenin arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silahı ile, itirazı ile, ötekini çürütüp ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütkmekten sakınarak, Risale-i Nur talebeleri, bu söylenen dört esasa binaen, muarızlara (hizmetle uğraşanlara) hiddet ve tehevvür ile ve mukabele-i bilmisil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musâlahakârâne, itiraza vesile noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
“Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan enâniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mâzur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.
“Mâlum (ihtiyarın) itiraz hadisesi imâ ediyor ki ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofî-meşrepler ve nefs-i emmâresini tam öldürmeyen ve şöhret ve makam sevgisi vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve talebelerine karşı kendi meşreplerinin ve mesleklerinin revacını ve kendi mensuplarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmak ve adavete girmemek ve o muârız taifenin de reislerini çürütmek gerektir.
“Faş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, ifşâ etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
“Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisi ve o şahs-ı mâneviyi temsil eden has talebelerinin şahs-ı mânevisi FERÎD Makamına mazhar oldukları için; değil hususî bir memleketin kutbu, belki –ekseriyet-i mutlakayla – Hicaz’da bulunan Kutb-u Âzamın tasarrufundan hariç olduğu gibi, onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki İmam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben eskiden, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylanî’de kutbiyet ve gavsiyetle beraber, FERDİYET dahi bulunduğundan, âhir zamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet Makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu SIRR-I AZÎME binaen, Mekke-i Mükereme’de dahi –farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur aleyhinde bir itiraz, Kutb-u Âzam’ın itirazını İLTİFAT ve SELÂM suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, itiraza vesile olan noktaları o büyük Üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
“Ey kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet, itidâl-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.
“Evet ‘Bilerek ve severek bile bile dünyayı âhirete tercih ederler.” (İbrahim Suresi, 14/3) âyetinin işârî sırrıyla, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâkî bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfî lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî müminler dahi bazen ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak ehl-i imanı ve Risale-i Nur talebelerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin.”
1930’larda yaşanmış bu itirazın küllerinden sıçrayan kıvılcımlar daha şiddetli haset yangınlarına döndü, ama biz Üstadımızın yaşayarak ders verdiği bu tavsiyelere, her zamandan çok; yaşadığımız bu süreç atmosferinde muhtacız…