Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Sizden önceki nesillerde dünyada fesat ve düzensizliği men ederek, böylece onları helâk olmaktan koruyacak idrak ve fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? Onların içinden görevlerini yaptıklarından ötürü kurtardığımız az kimse var. Zâlimler ise içinde bulundukları refahın ardına düştüler. Doğrusu onlar suçlu kimselerdi. Rabbin, halkı dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere aslâ helâk etmez.” (Hûd Suresi, 11/ 116-117)
“Hani bir zaman da onlar: ‘Yâ Rabbi, eğer bu Kur’an senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimizde gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver! demişlerdi. Halbuki sen onların arasında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz, eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfal Suresi, 8/32-33)
“Az sadaka çok belâyı def eder” diye güzel mâneviyat kokulu güzel bir deyişimiz vardır. (Aclûnî)
Üstad Bediüzzamanm Hazretleri On Altıncı Lem’a’da şöyle bir soru cevabı bizlere takdim ediyor: “Kardeşlerimizden Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivâyeten bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve ehl-i keşif, neden doğru çıkmayan haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtarı (özeti) şudur:
“Hadis-i şerifte vârid olmuştur ki: ‘Bazen belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir’ (Tirmizi). Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat bazı şartlarla vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olup bilebildiği mukadderatın mutlak olmadığı, belki bazı şartlarla kayıtlı bulunduğunu ve o şartların vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat ı hadise, ecel-i muallak gibi Levh-i Ezelî’nin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv, İsbat’ta (Yazar –bozar levhası gibi şartlara bağlı kader) mukadder olarak yazılmıştır. (Nevevî, Sahih Müslim Şerhi) Gayet nadir olarak Levh-i Ezeliye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.
“İşte bu sırra binâen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kur’an Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâce binaen veya keşfiyat nevinden verilen haberler, muallak (bağlı) oldukları şartları bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri yalanlamıyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid’atların kalkmasına, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle halis duası bir şart ve mühim bir sebep idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid’atlar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sâbık (geçen) hadisin sırrıyla, sadaka, belâyı kaldırır; ekseriyetin hâlis duâsı dahi, umumî fereci cezbeder. Kuvve-i câzibe (çekim gücü) meydana gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.”
“İlahî kader netice ve meyveler itibarı ile şerden ve çirkinlikten münezzeh olduğu gibi illet ve sebep itibariyle dahi zulümden, çirkinlikten ve kötülükten mukaddestir. Çünkü KADER, HAKİKÎ SEBEB ve İLLETLERE bakar, adâlet eder. İnsanlar zâhiri gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder, KADER’in aynı adâletinde zulme düşerler. Mesela: Hâkim seni HIRSIZLIKLA mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen hırsız değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var (yani adam öldürmüşsün). İşte kader-i İlahî de seni o hapisle mahkum etmiş. Fakat KADER, o gizli katlin için mahkum edip adâlet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun hırsızlığa binaen mahkum ettiği için zulmetmiştir. İşte tek bir şeyde iki cihetle KADER ve İLÂHİ ÎCÂDIN adâleti ve insan kesbinin (çaba ve kazanmanın) zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek kader ve icad-ı İlahî, mebde ve münteha (başlangıç ve netice), asıl ve fer, illet ve neticeler itibarı ile şerden ve çirkinlikten ve zulümden münezzehtir.” (Kader Risalesi)