1940’lı yıllarda Kahire’de Ahmed Hasan es-Sayyaf’ın neşrettiği “Er-Risale” isimli dergide birbirine rakip iki büyük edebiyat üstadı vardı. Bunlar iki edebî ekol idi. Bunlardan birisi Mustafa Sadık er-Râfiî, dindar, muhafazakâr idi. Öbürü Abbas Mahmud el-Akkad ise, liberal, serbest görüşteydi. Arapçaları fevkalâde olmakla beraber, her ikisinin İngilizce ve Fransızcaları da vardı… Seyyid Kutup bile ilk zamanlar Akkad’ın talebesi idi. İhvânül Müslimine katıldıktan sonra İslâmî hüviyetini kazanmıştır. O zamanlar Kahire’de bulunan Mehmed Akif Bey, Râfî’yi beğenir ve severmiş.
O günleri talebe olarak yaşayan Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimiz, hatıralarında yâd ederken diyor ki: “Her insanın hayal ve hâfızasında yaşayan öyle hatıralar olur ki, bunlar eskidikçe, sanki yenilenir. İnsan onları andıkça yanar ve yandıkça anar… Benim gönül bahçemde, yıllar yılı solmadan yaşayan ve andıkça da yandığım hatıralarımdan biri, işte yukarıda bir nebze tanıttığım Mustafa er-Râfiî merhumun er-Risale dergisinde çıkan bir yazısıyla ilgilidir. Ezher’deki talebelik yıllarımda, Revâkul Etrâk’teki odamda, üstadın makalesini okumak istemiştim. Baktım, başlık çarpıcı: “Alevler İçinde, Fakat Yanmıyor!” Üstad er-Râfiî, hülasa olarak şunları dile getiriyordu: Üniversite talebelerinden bazı gençler, evimde beni ziyarete geldiler. Yazılarımda çok mütehassıs olduklarını söylediler. Simalarında imanın nuru, ifadelerinde akıl ve idrakin şuuru parıldayan bu gençler, öyle derin bahislere giriyor ve o derece mühim sualler soruyorlardı ki, ifadeye sığmayan ve izahını ancak gözyaşlarında bulan bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. İnsanlığın yüksek şuuruna eren bu gençlerin, gönül, ruh, akıl, aşk ve vecd bahislerindeki ince düşünceleriyle kendimden geçtim… Ruhumun derinliklerinden kopan his ve heyecanımın gözyaşları hâlinde taşmasına mâni olamadım. İhlas şuuruna eren imanın ve kemâlini bulan irfanın, insana neler kazandırdığını hayret ve memnuniyetler içinde görmenin sonsuz saadetine erdim. Ruh âleminin nur saçan ufuklarında yaptığım muhakemelerle şu neticelere vardım: Bu gençler, üniversitede kız talebelerle birlikte tahsil yapıyorlar. Belki de lüks hayat yaşayan aristokrat ailelerin çocuklarıdırlar. Bununla beraber bütün iman ve ahlâk dışı âmiller, bunların mâna âlemlerine tesir edemiyor. Cemiyetin her sahasını çürüten materyalist cereyanlar, bunların semtine yaklaşırken aynen, sahillerdeki yalçın kayalara çarpan dalgalar gibi paramparça oluyor… Hz. Nuh’u tufan felâketinden, Hz. İbrahim’i Nemrud’un ateşinden, Hz. Musa’ya Firavun’un zulmünden, Hz. İsa’yı düşmanlarının elinden ve Hz. Muhammed Mustafa’ya (S.A.S.) Mekke müşriklerinden koruyup kurtaran Allah (c.c.), bu gençleri de lütuf ve keremiyle muhafaza ediyor. Zira bunlar, alevler içinde yaşadıkları halde, yanmıyorlar…
Bu makaleyi okuduğum an, hayalimde Türk gençliğinin hâli ve geleceği canlanmıştı. ‘Acaba üstad Râfii’nin hayranlıkla tebârüz ettirdiği bu gençlerin benzerleri, memleketimizde de yetişecek mi?’ diye, meçhul ufuklara nemli gözlerle bakarken, mesut günlerin yakın bir gelecekte tecelli ve tahakkuk etmesini Rabbimden niyaz eylemiştim. Şükürler olsun, çok geçmeden, niyazlarımın dergâh-ı İlâhide kabulünü müşâhede ettim. Manevî dirilişin İlâhî aşkını bir bahar sabahı gibi temsil eden genç nesli, ilmî ve fikrî sahalarda temessül etmiş olarak gördüm. İmanın nuru ile parıldayan simasına gönül verdiğim günden beri, mukaddesatçı gençliğin, İslâmın ruh ve şuuruna ermesi için yıllarca civar-ı peygamberide duâcı oldum. Bilindiği gibi, her sevenin bir sevgilisi vardır. Benim sevgilim de yüce davanın gerçek temsilcileri olan bu iman gençliğidir. Yarım asra yakın bir zamandan beri yazdığım şiirlerimde, hep bu aşkı terennüm etmişimdir. Maneviyat ufuklarımızın karardığı günlerin matemli tablosu, şu mısralarda, kanayan bir yara hâlinde sızlıyordu:
“Ne gelen var, ne giden var, ne gülümser bir yüz;
Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.”
“Uyanış fecrinin aydınlığını tasvir eden safha ise, aşağıdaki mısralarda parıldadı:
“Rûhun kanar ağlardı ışıksız gecelerde;
Sıyrıldı gözümden o cehennem gibi perde…
Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor;
Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor.
Taşı, toprakları yurdun, dile gelmişçesine,
Uyuyorlar koro hâlinde İlâhî sesine…
Bu İlâhî sesi, bin vecd ile ben dinlerken,
Çağlayanlar dökülür ruhuma yükseklerden…”
Evet merhum Ali Ulvî Kurucu Ağabeyimiz, dualarının kabulünü daha hayatta iken görüp şâhit olmuş, nur yüzlü, parlak alındı yüzlerce gence konferans verirken, “Sizler benim kabul olmuş dualarımız!” diye sözlerine başlamıştır.
Safvet Senih