Hicrî ilk beş asır Müslümanlar Cenab-ı Hakkın hem KEL M sıfatından gelen dinî emirlere, hem de İRADE sıfatından gelen fıtrî, tekvini kanunlara ellerinden geldiği kadar riayet etmişlerdir. Böylece teknik ve teknolojide de gelişme göstermişlerdir. Su ile çalışan hidrolik sistemler geliştirip otomatik makineler yapmışlardır. Ebu’l-İzz’in Diyarbakır’da ortaya koydukları cihazlar meydandadır. Merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin’in Almanya’da Frankfurt’da çalışır hale getirdiği otomasyonlar meydandadır. Ama saha sonra ne olduysa, bilim, fen ve teknoloji ile aramıza bir gurbet girmiş, ama maalesef bu gurbet asırlarca sürdü.
Bu hususlarla ilgili olarak M. Fethullah Gülen Hocaefendi şu tesbitleri yapıyor: “İslâmın biri inanç, diğeri de amel olmak üzere iki yanı vardır. Bunlar, eskilerin ifadesi ile birbirinin ‘Lâzm-ı gayr-ı mufârıkı’ yani ayrılmaz parçalarıdır.
“İnanç; dini literatürdeki ifadesiyle, İTİKAD yani aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanama demektir. Mesela, Allah’a, Hz. Muhammed Aleyhisselama, Kur’an’a âhirete vb. inanılması gerekli olan inanç manzumesindeki şeyleri aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma, her mümine mükellefiyet olarak yüklenen hususların başında gelir. Bizler böyle bir inanç seviyesine ulaşabilmek için elimizden gelen her şeyi yaparız, daha doğrusu yapmamız gerekir.
“Amele gelince: Kur’an ifadesiyle AMEL-İ S LİH yani eksiksiz, kusursuz, ârızasız iş, bu da inancın yanında İslâmın ikinci önemli unsurudur. Mesela, ibadet, bu konuda OLMAZSA OLMAZ deyimi ile ifade edilebilecek bir yere sahiptir. Namaz, oruç, hac, zekat gibi yükümlülüklere ibadet, bunları yapmaya ubudiyet, yapana âbid, ibadet yapılan Zât’a da Ma’bed denir ki, bu kelimelerin hepsi de aynı kökten gelmektedir.
“İbadetler itikada ait meselelerin bir yönüyle blokajı, bir yönüyle de onları inkişaf ettiren fakülteler gibidir. Zira ibadeti olmaz ve günümüzde çok yaygın bir kanaate göre hareket edilerek, din vicdanlara hapsedilirse –Allah korusun- inhiraf edip mahvolma ve tabî ki, bunun neticesi olarak dünya ve ukbâ hayatın kaybetme kaçınılmaz olur. Evet insanın, hayatın değişik kaymalarından korunması ve inancını sağlama bağlaması ancak ibadetle mümkündür. Bu açıdan, rahatlıkla denilebilir ki, bir müminin kendi olması ve özüyle bütünleşmesi ancak ibadetle ile olabilir. Kant’ın ‘Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir tesbiti de bu hükmü doğrulama istikametinde söylenmiş olduğu kabul edilebilir.
“Evet, insan ilmi araştırmalar neticesi Allah’a iman edebilir, ama bu nazarî bir imandır. Onun gerçek imana dönüşmesi ve imanla hedeflenen seviyeye yükselmesi ancak ibadet ve taatle gerçekleşebilir. Bu açıdan denebilir ki, ibadet, tabiatının bir parçası haline gelmeyen ve onda derinleşemeyen bir insanın kayması ve yoldan çıkması daima melhuzdur. Ve buradan hareketle, ‘İnanıyorum ama içki de içiyorum veya namaz kılamıyorum’ diyen insanların teminat kordonlarından birinin kopuk olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişiler sözlerinde sâdık iseler, imanlarını amel ile desteklenmeli, yapageldiği ibadetlerle Hakk kapısının âzat kabul etmez kulları olmalıdır ki, gerçek ve hakikî anlamda iman etmiş olsunlar. Bu sebeple 20. Asrın, 21. Asrın münevver gençleri, tamamiyle fiziğe ait dünyalarda bile metafiziğe açılan kapılar aralamalı, nazarîden pratiğe yönelmelidir. Fizik laboratuarından metafiziğe yani medreseden tekyeye bir yol vurup gerçeğe ulaşmanın her yolunu mutlaka denemelidirler. Aksi halde Kur’an’dan ve Resulullah’tan asırları bulan gurbetimiz devam edeceğe benzer.
1979’da M. Fethullah Gülen Hocaefendi Bornova Camiinde vaaz ederken, cemaatin çoğunluğu üniversite talebesi olması itibariyle onları imanî ve ahlaki konular üzerinden vaaz ve nasihat etmekle beraber onları teknik ve teknolojiye de yönlendirmek için de izahlar yapıyordu. Fakat tabirleri fıtrî ve tekvînî şeriat yani kanun tabirini kullanıyordu. Ama şeriat kelimesini işitenler hemen kafalarında büyüttükleri korkunç heyulayı hatırlıyorlardı. O gün de Bornova’daki askeriye’den bir generalin yakını vefat ettiği için bir grup üst seviye subay da cenaze için camiye gelmişler ve dışarıda bekliyorlardı. Am hoparlörden Hocaefendinin vaazını dinliyorlardı. Şeriat kelimesini duyunca demek ki tüyleri diken diken olan General Hayri Terzioğlu, cenazeden sonra Hocaefendiyi mahkemeye vermek aklına gelmiş ki, aleyhinde “Üniversite gençlerini şeriat devleti kurmak, devleti yıkmak için beyinlerini yıkayıp teröre ve anarşiye hazırlıyor” şeklinde bir zırva ile mahkemeye verdiğini duyduk. Fakat mahkeme konuşmayı teypten dinleyip caminin devamlı cemaatinden insanları dinledikten sonra beraat kararı verdi. Ama 1980 Eylül İhtilalinde Hayri Terzioğlu Ege Bölgesi Sıkıyönetim Komutanı olunca Hocaefendiyi bu sefer zulmen sağcı-solcu teröristlerin resimleri arasına onun da resmini koyarak duvarlara asarak, Ege’de yaşayamaz hale getirdi… Onun için Hocaefendi İzmir’den ayrılıp İstanbul’a yerleşmek zorunda kaldı. Aslında zaten Hacı Kemal
Erimez Ağabey son zamanlar, “Hocaefendi İstanbul’a yerleşmesi lâzım. İzmir, İstanbul’a göre küçük sayılır. Eğer Hizmetin Merkezi İstanbul olursa bir anda Hizmet on kat büyür” diyordu. Bunu, Hizmet düşmanları zorla ve zulmen gerçekleştirmiş oldular. Farkına varmadan Kaderin gizli sırlarının gerçekleşmesine vesile oldular. 28 Şubatçılar da yine zulmen Hizmetin Cihan çapında büyümesi için farkına varmadan Hizmetin Amerika’ya yerleşmesine sebep oldular…