Her toprağın yetiştirmeye müsait olduğu ürünler vardır. Kırkağaç kavunu, Diyarbakır karpuzu Amasya elması deriz…. Çayın, muzun, baharatın yetişmesi için ona göre zemin ve atmosfer gerekir… Yoksa istediğinizi yetiştirip, ürün elde etmek için, toprakları ıslah etmemiz, bir şeyler ilave etmeniz ve seralar hazırlamanız gerekir… Kıtalar için bile KADERİN İNCE REMİZ VE İŞARETLERİ vardır: ASYA KITASI ile AVRUPA KITASI farklıdır. Birisini DİN ayağa kaldıracaksa, öbürünü FEN ayağa kaldıracaktır…
Peki bizim aksiyonumuzun temel dinamiği nedir? Bu soruya M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle cevap veriyor: “Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği, rûhî hayatımızdır; ruhî hayatımızı da dînî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir. Tohumun, toprağa düşünce, başağa yükselmesi, tomurcuğun ışığa yönelince açılması gibi, milletimiz de İslâma yöneldiğinde özündeki derinlikleriyle ortaya çıkmıştır. Böyle bir yöneliş ve öze eriş, onun mahiyetindeki istidatları inkişaf ettirdiği gibi, varlık ve bekasının da teminatı olmuştur. Evet onun kendi iç âleminde, KALB ve RUHUN HAYAT SEVİYESİNİ PAYLAŞMASI, ibadet, zikir ve fikirle gerçekleştiği gibi, bütün bir varlığı kucaklaması, kendi nabızlarının atışında O’nu (c.c.) duyması ve beyninin her fakültesinde O’nu (c.c.) hissetmesi de, yine ibadet şuuruna, zikir ve fikir cehdine bağlıdır. Zaten hakiki müminin, her davranışı bir İBADET, her düşüncesi bir MURÂKABE, her konuşması bir MÜNÂCAT ve MARİFET DESTANI, varlığı her müşâhedesi bir TECESSÜS ve TEDKİK, vatandaşları ile münasebeti de RAHMÂNİ BİR ŞEFKATTİR. Bu ölçüde ruhânîliğe ermek, sezilerden mantık ve muhakemeye, mantık ve muhakemeden de ilham ve İlâhî vâridata açık olmaya bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, TECRÜBE aklın süzgecinden geçirilmeden, AKIL Fetânat-ı A’zam’a (S.A.S.) teslim olmadan, MANTIK aynı sevgi haline gelmeden SEVGİ de İlahî Aşka inkılab etmeden insanın bu zirveyi yakalaması zordur. Gerçekleştirilebildiği takdirde, böyle bir bakış zâviyesi sayesinde, İLİM dinin bir buudu hâline gelir ve onun hizmetçisi olur… AKIL ilhâmın elinde her yere ulaşabilen bir ışık tayfı kesilir… Tecrübî müktesebat (deney ve tecrübelerle kazanılan birikimler) da varlığın ruhunu aksettiren bir prizma mâhiyetini alır ve her şey marifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî neşidelerle gürler.
Bugün, bazı kesimleri itibariyle insanımız, aynı duygu, aynı düşünceyi taşıdığı, aynı ruh hâletini paylaştığı veya paylaşma durumunda olduğu halde; evet onca fasl-ı müştereke (ortak paydaya) rağmen, beklendiği ölçüde müsbet davranamıyor, hatta yer yer çarpıklıklara, menfiliklere giriyorsa, bunlar onun gerçek mânâda mümin olamayışında aranmalıdır. Hakîkî mümin, hangi kalıp içinde olursa olsun, ne şekilde tersliklere çekilirse çekilsin davranışları hep iman televvünlü, hareketleri de düşünce yörüngeli olmalıdır.”
Yeni bir dünya kurmak, yeni bir oluşumla kendi rönesansımızı hazırlamak ve nasıl davranmamız gerektiği hususunda da Hocaefendi şunları söylüyor:
“Geleceğin dünyasını kurmayı planlayan yeryüzü mirasçıları nasıl bir dünya inşa etmek istediklerinin ve bu dünyanın imarında ne türlü cevherlerin kullanılması lazım geldiğinin şuurunda olmalıdırlar ki, kendi elleriyle yaptıkları şeyleri daha sonra yine ELLERİYLE YIKMA MECBURİYETİNDE kalmasınlar. Bizim, bin küsur senelik hayatımızın mânâ kökleri ve temel esasları bellidir. GELECEĞİN IŞIK MİMARLARI, hareket dinamizmlerinin yanında düşünce güçlerini de kullanarak, dînî ve millî hayatımızı, üzerine bina edecekleri tarihî dinamiklerin, ESNEKLİK, ENGİNLİK ve EVRENSELLİĞİNDEN tam yararlanarak, Kitap, Sünnet ve Selef-i Sâlihînin Sâfiyâne İctihadları mahfuz, çağın idrak, üslub ve anlayışa göre, bir kere daha İslamın Sesini almaya, bakış zaviyesini yakalamaya, nabzını tutup, kalbini dinlemeye çalışmalıdırlar ki, ‘ba’sü ba’de’l-mevt’ (öldükten sonra dirilme) yolunda, berzah hayatı yaşamasınlar. Bu da he şeyden evvel, nefsâniliğin bütün baskı ve dürtülerinden uzaklaşarak rûhâniliğe açılmaya ve dünyayı ötelerin intizar (bekleme) salonu görüp bilmeye bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, ibadetlerimizdeki kemmiyeti keyfiyetle derişleştirmeye… Evrad ve ezkârdaki riyâzilikten doğan eksikliği niyet ve hulûsla nâmütenâhişeltirmeye… Dua, münâcât ve yakarışlarımızda, bize bizden daha yakın bir varlığa yalvarıyor olma marifet, saygı ve temkiniyle gerçekleşebilecektir. Bunu da ancak, namaz, miraca yürüyor gibi duyanlar, orucu, İlahî bir gizlilik içinde halvete koşuyor gibi hissedenler, zekâtı, bir emanetçi ve tevzi memuru gibi yerine getirip ‘Oh!.’ diyenler, haccı, İslam dünyasının problemlerini görüşmek üzere evrensel bir konferansa, hem de ruh ve kalbin, ötelerin nûrâniyet ve mehâbetini rasat edebileceği bir zeminde evrensel bir konferansa iştirak ediyor gibi yaşayanlar anlayabilir.”
İşte bizim temel evrensel dinamiklerimiz!..