Bir önceki bölümde ifade edildiği gibi Yusuf aleyhisselam kardeşlerine çok izzet ve ikramda bulundu. Babası Yakup aleyhisselamın hâlini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu.
Onlar da:- Senin için çok üzüldü, ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu, dediler.
Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam gömleğini çıkarıp onlara verdi: - Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürsün. O benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün ailenizi bana getirin, dedi.
Yusuf aleyhisselam kardeşlerinin yol hazırlıklarını yaptırdı. Babası Yakup aleyhisselama verilmek üzere bütün hanedanı ve akrabası ile birlikte Mısır’a gelmelerini isteyen bir mektup da verdi.
Yakup aleyhisselam, oğulları Mısır’dan yola çıktıktan sonra oğlu Hazreti Yusuf’un kokusunu aldığını söyledi. Fakat yanındakiler, Yusuf aleyhisselama duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler.
Nihâyet Yakup aleyhisselamın oğulları Ken’an diyarına yaklaşınca, onlardan biri müjdeci olarak gelip Yusuf aleyhisselamın gömleğini babasına verdi. Yakup aleyhisselam gömleği alıp yüzüne, gözüne sürdü. Gözleri açılıverdi.
Bundan sonra Yakup aleyhisselam, bütün oğulları ve akrabasıyla birlikte Ken’an diyârından Mısır’a gitmek üzere yola çıktı.
Yusuf Aleyhisselam, Mısır hükümdarı ve halkıyla birlikte Yakup aleyhisselamı ve beraberindekileri karşıladı. Hepsi ona kavuştukları için şükür secdesi ettiler.
Kur’an-ı Kerim, bu hadiseyi şu şekilde anlatır:
‘Yâkub ailesi Mısır'a gelip Yusuf'un yanına girdiklerinde Yusuf, annesi ile babasını kucakladı ve: "Allah'ın izniyle Mısır'a güven ve huzur içinde girin." dedi.
Annesi ile babasını tahtına oturttu. Hepsi onun önünde saygı ile eğildiler.
Yusuf:
‘Babacığım!’ dedi, işte küçükken gördüğüm rüyanın tabiri! Rabbim o rüyayı gerçekleştirdi. O, bana nice ihsanlarda bulundu: Beni zindandan kurtardı ve nihayet, Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirip bana kavuşturmakla da beni ihsanına mazhar etti. Gerçekten Rabbim dilediği kimse hakkında latifdir (dilediği hususları çok güzel, pek ince bir tarzda gerçekleştirir). Şüphesiz O alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilen, tam hikmet sahibidir)" Yusuf Suresi, 99-100)
Hazreti Yusuf aleyhisselâm, Hakk’a tevekkül ve teslimiyeti, başına gelen şeyler karşısında sarsılmaması ve metaneti, nefsaniyetini harekete geçirecek durumlar karşısında dimdik duruşu ve ismeti, zindanı bir medrese-i ruhaniye hâline getiren Hak’la irtibattaki sadakatiyle bir insan-ı kâmil ve numune-i imtisal müstesna bir insandı.
O, hayatının her safhasında ayrı bir imtihana maruz kalmış; fakat bütün olumsuzlukları birer hayır vesilesine dönüştürmesini bilmişti.
Ve herkes kavuşmanın derin sevinci içinde mest ü mahmur iken, Yusuf aleyhisselâm, o esnada kâmil insanların her zaman yapageldikleri farklı bir mülahaza ile ebedî mihrabına yönelerek içindekileri şöyle seslendiriyordu:
“Rabbim, Sen bana hakimiyet ve iktidar lütfettin; te’vîl-i ehâdîsi (hadiseleri ve rüyaları yorumlamayı) talim buyurdun; ey yerleri-gökleri baş döndüren bir ahenk içinde yaratan Rabbim!.. Dünya ve ukbâda yardımcım ve velim Sensin. Sana tam teslim olmuş bir Müslüman olarak canımı al ve beni salih kulların arasına dahil eyle!” (Yusuf Sûresi, 12/101)
‘Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir.
Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken…
Hâsılı onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam dünyevî imkânlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir.
Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazip bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek işte bu irşadda bulunmuştur:
Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Şayet dine, imana, insanlığa hizmet mümkünse, hayat bir kıymet ifade eder.’ ***
Yûsuf Sûresi, sahabe-i kiram efendilerimizin, bir taraftan en yakın akrabalarının düşmanca tavırlarına maruz kaldığı, diğer taraftan Kur’ân’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyma niyet ve azminde olduklarından mesuliyet şuuru altında âdeta preslendikleri bir dönemde indirilmişti.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadeleri içinde, Yûsuf Sûresi’nde, ne zaman bir kapı kapanıyor gibi görünse, hemen bir başka kapının aralandığı ve o kapı aralığının müjdesinin verildiği görülecektir.
Evet, bir yerde kapı o büyük peygamberin üstüne kapanıyor gibi olduğunda, Kur’ân’ın beyanı içinde, o kapıyı aralayacak öyle bir ifade görürsünüz ki, âdeta kapının cızırtılarını duyar gibi olursunuz. Bu sûre-i celîlede, bir kısım zorluk ve meşakkatlerden sonra, ilim ve hikmetin temsilcisi Hz. Yusuf’un şahsında nübüvvet ruhunun Mısır’a girip orada intişar edişini.. hakeza bir kısım sıkıntılar çektikten sonra Hz. Yakub’un, rampadan Allah’a yükseliyor gibi peygamberan-ı zîşan arasında önemli bir makama yükselişini.. Hz. Yusuf’un kardeşlerinin:
“Vallahi de tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu idik!” ifadeleriyle dile getirdikleri itiraflarını ve bu itiraflarıyla kendi ufuklarında evc-i kemal-i insaniyete çıkışlarını.. ve daha pek çok hikmet parıltısını müşâhede edersiniz.
Bütün bunlar insanın içine inşirah salmaktadır. Kur’ân ezelden gelip ebede gittiğinden dolayı, bu sûre nasıl Asr-ı Saadet insanının gönlüne inşirah salmaktadır, aynı şekilde günümüz mü’minlerinin kalblerine de bir beyan zemzemesi hâlinde akıp durmaktadır ve bundan sonra da kıyamete kadar akıp duracaktır.
İşte, hikmet edalı, ilim yörüngeli böyle bir sûre-i celîlenin, bir yönüyle, Allah’tan gelmiş emirlere im’ân-ı nazar etmiş, yoğunlaşmış, onları kendine iniyor gibi algılamış, içselleştirmiş ve yaşamış olan sahabe-i kiram efendilerimizi ferahlatmak adına nazil olduğunu düşünebiliriz.
Zira bu sûre-i celîlede, bazen bir burkuntu yaşansa da ardından inşirah gelmiş, ardından başka bir burkuntu yaşanmış ama onu da bir inşirah takip etmiş ve derken encamı itibarıyla hüsnü akıbet ve zafer söz konusu olmuştur.
Evet, sûrenin sonunda anlatılan, Mısır ufkunda Cenâb-ı Nâm-ı İlâhî’nin şehbal açması, Hz. Yusuf’un belli bir makama gelmesi, babasına kavuşması öyle hâdiselerdir ki, geçmişte olan acı hatıraların hepsini unutturmuştur. Hazreti Pîr-i Mugan, Şem-i Taban’ın (Bediüzzaman’ın) ifadeleri içinde; elemi gitmiş, lezzeti kalmıştır. O çetin imtihanlar sadece bir vakıa-yı mübeccele-i mükerreme haline gelmiştir.
Kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır…
‘Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.
Yâran istersen Kur’an yeter. Evet, insan Kur’an vasıtasıyla peygamberler ve meleklerle hayalen görüşür ve yaşadıkları hadiseleri seyredip onlarla dostluk kurar.
Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisatlı olur, iktisatlı olan bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen sefaya erişir, rahmete kavuşur.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, dünya sevgisinden kurtulur ve ahiretine ciddi bir şekilde çalışır…
Bir iki gün önce bir hafız, Yusuf Sûresi’nden “Teveffenî Müslimen ve elhıknî bi's-sâlihîn” ‘Sana tam teslim olmuş bir Müslüman olarak canımı al ve beni salih kulların arasına dahil eyle!’ ayetine kadar bir aşir okudu.
Birden, ani şekilde kalbime bir nükte geldi. Kur’an’a ve imana ait her şey kıymetlidir, görünüşte ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, ebedî saadeti kazanmaya yardım eden bir şey küçük değildir.
Öyleyse “Bu küçük bir nüktedir, izaha ve önem vermeye değmez.” denilmemeli. Elbette bu gibi meselelerde birinci talebe ve muhatap olan ve Kur’an’daki ince noktaları takdir eden İbrahim Hulûsi o nükteyi işitmek ister.
Öyleyse dinle:
En güzel kıssanın güzel bir nüktesidir. Kıssaların en güzeli olan Yusuf kıssasının (aleyhisselam) son kısmını haber veren: “Teveffenî Müslimen ve elhıknî bi's-sâlihîn” ‘Sana tam teslim olmuş bir Müslüman olarak canımı al ve beni salih kulların arasına dahil eyle!’ ayetinin yüce, tatlı, müjdeli ve mucizevî bir nüktesi şudur:
Ferah ve saadet veren diğer kıssaların sonundaki ölüm ve ayrılık haberlerinin acısı ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bilhassa tam bir ferahı ve saadeti anlattığı sırada ölümü ve ayrılığı haber vermek daha elemlidir, dinleyenlere eyvah dedirtir.
Halbuki şu ayet, Hazreti Yusuf (aleyhisselam) kıssasının en parlak kısmıdır; Mısır hükümdarı gibi olduğu, anne babasıyla görüştüğü, kardeşleriyle tanışıp kucaklaştığı, dünyada en büyük saadeti ve ferahı tattığı zamanı anlatırken, Hazreti Yusuf’un vefatını şöyle haber veriyor, diyor ki:
Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha mesut, daha parlak bir hale ulaşmak için Hazreti Yusuf, Cenâb-ı Hak’tan ölümü istedi ve vefat etti, o saadete erişti. Demek, kabrin arkasında o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibeli bir saadet ve daha ferah bir vaziyet vardır. Hazreti Yusuf (aleyhisselam) gibi hakikati gören bir zât ona kavuşmak için dünyada gayet lezzet aldığı bir durumdayken gayet acı olan ölümü istedi.
İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatine bak, Yusuf kıssasının sonunu ne şekilde haber veriyor:
O haberde dinleyenlere elem ve üzüntü değil, aksine, bir müjde ve sevinç katıyor.
Hem kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır, diyerek doğru yolu bildiriyor.
Hem de Hazreti Yusuf’un yüce sıddıklık vasfını gösteriyor ve şöyle diyor: Dünyanın en parlak ve en çok sevinç veren hali bile ona gaflet vermez, onu kendine bağlamaz, o yine ahireti ister.’ (Mektubat, 23. Mektub)
‘Siz mi güzeldiniz, Yusuf âleyhisselâm mı?’
Eshâb-ı kirâm Peygamber Efendimize, siz mi güzeldiniz, Yusuf âleyhisselâm mı güzeldi? diye sorunca Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem:
“Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan melihim (sevimliyim). O’nun görünen güzelliği benim görünen güzelliğimden çoktur.” buyurdu.
Eshâb-ı kirâmın gençleri, hazret-i Âişe vâlidemizden Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliğini sorduklarında hazret-i Âişe şu şiiri söylemiştir:
‘Ve lev semia ehlü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelihâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne bilkat’il kulûbi alel eydi.’
‘Mısırdakiler, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi.
Yâni, bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ’yı kötüleyen kadınlar, onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını duymazlardı.’
Mesnevi’den…
Yusuf (as)’a Sunulan Hediye
Çok uzak yerlerden, kalbi sevgi ve şefkatle dolu bir dost, Hz. Yusuf'a misafir oldu. Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Misafir Hz. Yusuf'a, kardeşlerinin yaptıkları cefaları, onların hasetlerini hatırlattı.
Hz. Yusuf, “O tecelli, kazayı ilahî icabıydı. Bizim Hakk'ın kaza ve kaderinden şikâyetimiz yok” dedi.
Dostu Hz. Yusuf'a, “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” diye sordu.
Yusuf (as) şöyle cevap verdi:
“Ayın, bedir halinden hilal haline gelmesi gibiydim.”
Görmez misin? Ay önce görünmez, sonra hilâl olur da iki büklüm bir halde görünür, fakat sonunda yine gökte bedir (ayın en parlak ve dolgun olma) haline gelmez mi?
Hz. Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra:
“Dostum, söyle bakalım, bize ne armağan getirdin? Hadi, getir bakalım armağanını” deyince misafir:
“Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, sana lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki ve senin neye ihtiyacın olabilir ki?
Tane büyüklüğündeki bir altın kırıntısını alıp da bir madene, bir damlayı alıp da denize nasıl götürebilirim?
Senin, benzeri olmayan güzelliğinden başka, bu Mısır ülkesi ambarında her çeşit tohum vardır.
Sana münevver bir kalp gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna sunmayı münasip gördüm. Ey güneş gibi gökyüzünün nuru olan güzel Yusuf! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün ve kendinde bulunan güzelliği görerek hayran olasın. Ey gözümün nuru, sana ayna getirdim, ona bakıp yüzünü gördükçe beni de hatırlarsın” dedi.
Misafir bunları söyledikten sonra koynundan aynayı çıkarıp Hz. Yusuf'a sundu.
Hz. Mevlana diyor ki:
“Ey yiğit! Dostu görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Yüce Allah bile mahşer günü, halka, “Haşir (Kıyamet) günü için armağanınız nerede? Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne armağanınız var, ne getirdiniz? Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vaadi bâtıl gibi mi göründü?” der.
Eğer o güne inanıyorsan, inkar etmiyorsan neden hazırlık içinde değilsin?
Azıcık olsun yemeyi, içmeyi bırak da Hak’la buluşacağın gün için bir armağan hazırla.
Geceleri az uyuyanlara katıl!
Seher vaktinde günahlarının bağışlanmasını dileyenlerden ol!” (Mesnevî, Cilt 1)
Devam edecek…