Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerinden, önce Elazığ’a, sonra Bursa’ya yerleşen Boşnak bir aileden (Elazığ 1950-Ankara 2014). Bazı kişiler insanın fotografik hafızasında öyle yerleşirler ki insan, onların dünyadan gittiklerine bir türlü alışamaz. Salih bey benim için bu nadirlerden biridir. Daha ilk karşılaşmamda üzerimde bıraktığı, kelimenin tam anlamıyla sıradışı bir insan özelliği, hayatının sonuna kadar hep devam etti. Kendisiyle aynı şehirlerde yaşamadık. Bazı temel konularda farklı düşünebilirdik. Meşrep ve Dine hizmet anlayışı bakımından da aynı kulvarda bulunmayabilirdik. Buna rağmen karşılaştığımızda öyle candan, gülümseyen bir edası vardı ki, benzeri atmosferi ve yakınlığı, daha fazla ortak taraflarımızın olduğu çok dostta bulamazdım. Kendisi böyle davranınca beni de hemen bu havaya katardı. Unutulmaması gerektiğini düşündüm. Kendisiyle olan şahsî hatıralarımızın benimle gidip kaybolmasına gönlüm razı olmadığından bazı okuyucularla paylaşmada fayda gördüm. Böylece onu rahmetle ananların sayısının biraz daha artacağını umdum. Araştırınca öğrenciliğinden beri mesai arkadaşı Prof. Dr. M. Âkif Koç’un yazısı ile Fakültesinin anma yazısını bulunca memnun oldum(1). Vefatına kadar on beş yıl kadar Tefsir Bölüm başkanlığı yapmanın yanında karşılaştırmalı dinler tarihine önem verirdi. Tercüme teknikleri üzerinde titizlikle durur, isabetli tenkitlerden geri durmazdı. Kendisinin “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Çevrisi” adını verdiği bir Meali bulunmaktadır. Arapça, İbranice, Akadça, Aramice, Latince, Klasik Yunanca, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca ve Boşnakça bilirdi. İşaret ettiğim iki kaynakta, onun çalışma alanları ve yayınları hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Kendisiyle tanışmam Paris’te 1974 yılında oldu. O zaman ilahiyatçılardan orada doktora yapan on kadar arkadaş vardı. Recep, Hayrani, Mehmet Şimşek, Mehmet Bayraktar, Coşkun, Mustafa Sait, Bahaettin gibi. Sıkça görüşme imkânı bulurduk. Bir süre sonra Salih’in namazda ihmali olduğunu anlayıp kendisine sorduğumda zorluk karşısında bıraktığını söyledi. O zaman Paris’te mescit olarak sadece 1926’da Fransa'da yapılan ilk cami olan Paris büyük camii vardı. Bir de banliyöde bir mescit olduğunu duymuştum. Çalışma alanlarımız ve kütüphaneler camiye uzak olup abdest ve namaz için de sadece camiye gitmek gerekiyordu. Kendisine, öğlenin ilk vaktinde ikindiyi cemedip kütüphaneye gidebileceğini, akşam döndükten sonra evde yatsı ile cemedebileceğini söyledim. Bu fetvayı o zaman orada yaşayan Prof. M. Hamidullah hocamızdan almıştım. Şöyle demişti: “Ben emekliyim. Bu benim için geçerli değil. Fakat öğrenciler ve başka çalışanlar zaruret sebebiyle bu ruhsattan yararlanabilirler”. Uzun zaman sonra karşılaştığımızda: “Suat abi, Allah senden razı olsun, senin hatırlattığın o ruhsat vesilesiyle namazlarımı kılmaya başladım” demişti.
Paris’e gittikten altı ay kadar sonra ailem de gelince küçük bir ev kiralamıştım. O sırada ailesi yanında değildi. Bazen ziyarete gelir, uzunca sohbete dalardık. Uzun boylu, güçlü kuvvetli biri olarak bazen bir buçuk yaşındaki kızımı tek avucu üzerinde durdurarak havaya kaldırıp gezdirir hepimizi heyecana boğardı. Gece yarısında son treni hatırlatmama rağmen sözlerimiz bitmezdi. Birkaç defa sonra öğrendim ki son treni kaçırdığından metro istasyonunda geceyi geçirmeye mecbur kalmış.
1984’te Erzurum Atatürk Üniversitesinde profesörlük sıram gelmiş, şartları tamamlamıştım. O zamanki kanuna göre aday bulunduğu fakültede profesör olamıyor, mutlaka başka bir üniversiteye geçmesi gerekiyordu. Bir yıldan fazla zaman geçti, ilgili on kadar üniversite kadro ilan etmedi. Oysa ihtiyaç da, kadro da vardı. Nihayet 1985 sonlarında İstanbul Marmara Üniversitesi Tefsir profesörlüğü kadrosu ilan etti. O devrede bütün Türkiye’de bu kadroya benden başka başvurabilecek aday bulunmuyor, bu da ilgili fakültelerce biliniyordu. Yayınlarım ve diğer hazırlıklarım kurulan jüriden, Üniversite Senatosundan geçip Ankara’da Yüksek Öğretim Kuruluna teklif edildi. O zaman profesörlük tayini ancak bu kurulca onaylandıktan sonra tamamlanıyordu. Hayli sonra Y.Ö.K başkanlığı bir satırlık bir yazı ile tayinimin yapılmadığını bildirdi. Ben de hak aramanın son mercii Danıştay’a başvurdum.
1987’de Ankara’da Salih bey ile karşılaştığımda, tâ yürekten gelen sesiyle şöyle dedi: “Yâ Suat abi, bu Nurcuların kaç tane Suat Hocası var, maruz kaldığın bu haksızlığı gidermek için niçin gayret göstermiyorlar?” Belli ki maruz kaldığım bu haksızlığı düşünmüş, empati yapıp kendi meselesi haline getirmişti. Bu, hiç unutamadığım bir faziletidir.
Yine o dönemde bir başka karşılaşmamızda: “Suat abi, İsmail Cerrahoğlu hocamızın emekliliği yaklaşıyor. Ondan sonra Tefsir hocalarının en kıdemli başkanı sen olacaksın. Sen de hizmetini tamamlayıp emekli ol ki sıra bana gelsin” diye latife yapmıştı. Daha sonra ben Medine Külliyyetü’d-Da’ve’den teklif üzerine orada üç dönem lisans ve lisans üstü ders vermemi müteakip Danıştay lehimde karar verdi. Ertesi dönem için sözleşmemi yenilemiş olmalarına rağmen istifa edip Marmara İlahiyat Fakültesi'nde göreve başladım.
Otuz yıl kadar önce Ankara’da bir panelde Salih bey: “Geçmiş alimlerden çoğu kitaplarını, sahih görüşlerin yanı sıra fuzuli, zayıf kavillerle doldurdular. Mesela Süyutî’nin meşhur el-İtkan fi ulûmi’l-Kur’an kitabının yarısı bu kabil rivayetler olup bunları ayıklayıp çıkarmak gerekir” demişti. Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Bizim gibi şimdiki akademisyenler bilimsel objektiflik iddiası ile doğruları ortaya koyduğumuzu söyleriz. İnsaflı düşünürsek geçmiş alimlerimizin genel olarak şu prensibi uyguladıklarını görürüz: Onlar ilgili konuda buldukları rivayetleri serd ederler. Rivayetin kaynağını vermekle, sorumluluktan kurtulduklarını düşünürler, âdeta “Bu konudaki görüşlerden biri de budur. Ben sadece nakletme görevimi yapıyorum. Çünkü ilim emanettir. Ben emaneti ulaştırma mesuliyetimi yerine getiriyorum. Sorumluluk fikrin sahibine aittir” demiş olurlar. Bu prensip söylenmeye gerek olmayan bir muarefe olarak uygulanır. Müellif kendi tercihini de bir şekilde belirtir. Bu uygulamadan o bilim dalının istifadesi şudur: Bazılarınca zayıf sayılan bir fikir, onu geliştirecek ehil biri tarafından önem kazanır. Böylece ilmin alanı genişler, ilim serveti daha da zenginleşir. (Veda hutbesi sonunda bu prensibe dikkat çekilir: Peygamber Efendimiz aleyhisselam: “Dinleyenler, burada olmayanlara ulaştırsın. Çünkü olur ki burada olmayan, dinleyenden daha kapasiteli olabilir” buyurmuştu). Süyutî, bu iki önemli prensibi uyguladığından, bilimsel gerçekleri kendi inhisarında düşünmediğinden böyle yapmıştır. Şimdi insafla söyleyelim: Objektiflikte o mu daha ileride, biz mi daha ilerideyiz?”. Muhatabım münekkitliği ile meşhur, pes etmeyi pek bilmeyen Prof. Dr. Salih Akdemir idi. Anlayış gösterip itirazda bulunmamıştı.
1993’te Bursa’da bir sempozyumda, bana göre aykırı bir mütalaa ileri sürünce, söz alıp şöyle demiştim: “Demin öyle iddialar işittim ki, sözün sahibini tanımasam bir Müslümanın bunları söyleyeceğini düşünemezdim...” Oturum arasında salonda karşılaşınca elimi uzatınca elini vermeyip sertçe: “Bir gayr-i müslimin elini tutmak istemeyebilirsin” dedi. Ben gülümseyerek: “Ben ithamımla beraber kayd-ı ihtirazımı da belirttim “müslim olarak tanıdığımı” da ifade ettim” diyerek ısrarla elini sıktım.
Çok zeki, müdakkik, Arapça ve Fransızca'yı da incelikleri ile bilmesi ile meşhur idi. Bu özelliklerinden ötürü tenkidinden kurtulmak mümkün değildi. M. Bucaille’in “La Bible, le Coran et la science” kitabını tercüme edip 1981’de yayınlamıştım. Buna yakın bir zamanda da Paris’ten doktora arkadaşlarından Prof. M. Ali Sönmez de aynı kitabın tercümesini Diyanet İşleri Başkanlığından yayınlattı. Yıllar sonra Ankara’da Salih bey ile karşılaştığımda bu tercümeyi incelediğini, otuz sayfalık bir çalışma ile yanlışlarını ortaya koyduğunu söyledi. Ben “yayınlamayıp kendisine iletmesini, müteakip baskıda tenkitlerinden yararlanma imkânı vermesini” önerdim. Ama sonra galiba yayınladı. Benim tercümede ise sadece bir noktaya takıldığını söyleyince: “Bu notun bana pek önemli bir referans olarak fazlasıyla yeter!” demiştim.
Medine’deki görevimden ayrılıp İstanbul’da başlamamdan bir zaman sonra Salih bey hakkında şu bilgiyi aldım: Kendisi Suudi Arabistan üniversitelerinden birinde Tefsir profesörlüğü görevine talip olmuş. Doktorasını Paris’te Hukuk Fakültesi'nde yapması gerekçesiyle talebi kabul edilmemiş. Bunun üzerine profesör kadrosunda yer aldığı Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Tefsir doktora öğrenciliğine kaydolup ikinci bir doktorasını, üç senede 1992’de tamamlamış. Bu dönemde bazen Fakültedeki çalışma odasından ayrılmayıp geceleri orada geçirmiş. İkinci bir örneği muhtemelen Üniversiteler tarihinde bulunmayan bir sıra dışı özelliğini de böylece göstermiş.
Son olarak şunu zikredeyim: Hizmet hareketi ve Fethullah Gülen Hoca efendi aleyhinde 2014 başında Başbakan Erdoğan tarafından aleyhte propaganda ve iftiralar başlatılmıştı. Salih bey Hizmet camiası ile irtibatta değildi. Fakat yersiz iddia ve iftiralar karşısında, ilim adamlığına ve imanlı aydın kişiliğine yakışır bir çıkışta bulundu. “Kur’an hadimi olmam sıfatıyla yazmakla kendimi mükellef biliyorum” diye Hizmet'e sahip çıkan bir makalesini 15 Mart 2014 günkü Zaman gazetesinde yayınladı. Birkaç cümlesini şöylece iktibas edeyim: “Milyonların gönlünde taht kurmuş bir zatın karalanmak istenmesi, ülkemizde ve dünyada pek çok mümini üzmüştür”. “Bir kimse birine küfür isnad ederse ve o özellik onda yoksa, küfür isnadı kendine döner” hadisini hatırlatarak bunu yapanları tövbeye çağırmıştı. Allah benimkiyle beraber onun da taksiratını affeyleyip, mekânını cennet eylesin.
Prof. Dr. Suat Yıldırım
(1) “Prof. Dr. Salih Akdemir (1950-2014) Hocamızın Ardından”, AÜİF Dergisi, 57 (2016) ile Fakültesinin düzenlediği “Prof. Dr. Salih Akdemir, Anı-Vefa Günü, 5 Mayıs 2017” belgelerinde ilmî çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.