Geçmiş ile alakalı çok büyük zararlara yol açan bir yanlış da Hulefa-i Raşidîn döneminden sonra Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi Müslümanların inşâ ettiği devletlerde "Din için devlet felsefesi”nin, “devlet için din” şekline dönüştüğü iddia edilerek tarihte yaşanan askerî, siyasî, içtimaî bütün kargaşaların buna bağlanmak istenmesidir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu husus kendisine soru olarak yöneltildiğinde, devletin dine göre esas alınmasının ve devletin dinle irtibatlandırılması meselesinin sadece Raşid Halife Efendilerimize bağlanmasının doğru olmayacağının tespitini yapmaktadırlar: “Soruda geçen "Raşid Halifeler'den sonra Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar'da "Din devlet içindir felsefesi hâkimdi" ifadesini mutlak mânâda doğru bulmuyorum. Yani ister Emevi idareciler, ister diğer devletleri idare edenler arasında, devlet felsefesini bu istikamette anlayanlar olmuş olabilir. Ancak, "Hepsi de böyleydi." demek doğru değildir. Ve yine doğru olmayan bir diğer şey de, dini yüceltme gayesini sadece sahabe dönemine inhisar ettirmektir... Muaviye ve ötekilerin, bunlardan zalim bilinenlerin bile yaptıkları çok güzel şeyler vardır. Hele dikenlikte açan bir gül gibi o Emevi sülalesinin yüzünün akı ve iki buçuk sene gibi kısa bir zaman dilimine asırlık iş ve icraatı sıkıştıran Ömer b. Abdülaziz.
Diğer taraftan Harun Reşid de önemli bir şahsiyet. Mehdi çok ileri seviyede bir simadır ki, o dönemde kendisine Mehdi nazarıyla bakılmıştır. Selçuklulardan Alpaslan, küçümsenmeyecek bir mücahid, Mehdi denebilecek çapta bir insandır. Keza Melikşah ulu bir devlet adamıdır. Ve yine bana göre Osmanlılar, Fatih cennetmekâna kadar sıra dağlar gibi hep zirve insanlarla devam edip gelmiştir. Hepsi de dâhî ve ileri seviyede insanlardır. Onlar hakkında Şecere-i Numaniye'de söylenenler elhak doğrudur. Sahabe-i kiram efendilerimizden sonra onlar, vazifelerini en iyi şekilde temsil etmiş kimselerdir. Fatih'ten sonra hafif iniş çıkışların olduğu doğrudur. Ancak, unutulmamalıdır ki, onların çukurları bile bizim başımızda kubbe gibi kalır.”
("Geçmişe Bakış Açımız")
Hocaefendi, böyle bir düşüncenin oluşmasında pay sahibi olanların kendi meşreplerinin etkisinde kalmaları ve tarafgirliklerin devreye girmesi sebebiyle ifrat ve tefritlere girilmiş olmasını nazara vererek bu hususta dengenin nasıl olduğunu göstermektedirler. Çok engin olan İslâmi ilimlerde tam bir vukufiyet sahibi olmayanlar büyük yanlışlıklara neden olmaktadırlar:
“Bu açıdan, ben şahsen devletin dine göre esas alınması ve devletin dinle irtibatlandırılması meselesini sadece Raşid Halife Efendilerimize bağlamayı doğru bulmam. Günümüzde Mevdudî gibi bazı kimseler, bu konuda, yani hilâfeti meliklikten ayırma mevzuunda biraz fazlaca hassasiyetleri, biraz Ehl-i Beyt'i aşırı iltizamları, biraz da Emeviler'e fazla yüklenmeleri sebebiyle zannediyorum –ben aslında bu gibi kimseleri de rahmetle yâd ediyorum. Çünkü Efendimiz "Ölülerinizin güzel yanlarını anlatın!" buyuruyor. Ne var ki her sahada kalem oynatmış, dolayısıyla her sahada söz sahibi kabul edilmiş birinin daha dikkatli olması lâzımdır. Bir kere İslâmî ilimler çok engindir. Herkes her sahada bir mütehassıs gibi konuşmamalıdır– biraz ifratkâr davranıyorlar ve Ehl-i Beyt'i yükseltelim derken, İbn Teymiye ve Vahhabilerin bir kısmının yaptığı gibi Hz. Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e bilmeden zarar vermiş oluyorlar.” ("Geçmişe Bakış Açımız")
Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar İslâm’ın yaşanıp temsil edilmesi düz bir hat şeklinde değil de bazen yüksek seviyede yaşandığı dönemler ve arkasında inişlerin ve sonrasında tekrar yükselişlerin birbirini takip ettiği bir süreç şeklinde gerçekleşmiştir ki dünyanın bir imtihan yeri olması hakikati de zaten bunun böyle olmasını gerektirmektedir:
“Ben şahsen meseleye ve bu meselenin arkasındaki düşünceye öyle bakmıyorum ve gün be gün yevmü'l-beter (her gün bir öncekinden kötü) düşüncesine kat'iyen iştirak etmiyorum. Nitekim yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, "Şecere-i Numaniye"de Osmanlıların gelip devleti sahabe gibi idare edeceklerinden söz ediliyor. Bu, Osmanlıların henüz tarih sahnesine çıkmadan önce ve ta Selçuklular döneminde söylenmiş bir sözdür. Demek ki, gün be gün yevmü'l-beter değil; bazı dönemlerde çukurlardan zirvelere yürünmesi de söz konusu olabiliyor… Ve inişleri çıkışlar takip edebiliyor.” ("Geçmişe Bakış Açımız")
Hocafendi günümüze bakan yönüyle bu meseleyi değerlendirdiği yerde, bizlere büyük bir müjde vermektedirler:
“Biz on sekizinci asırdan başlayıp her gün biraz daha hız ve tempo artırarak on dokuzuncu asra kadar sürekli başaşağı gelmiş ve yirminci asırda yerle bir olmuşuzdur. Şimdi, yirmi birinci asrın, bizim tekrar doğrulup zirveye tırmanış asrımız olacağı ümidini besliyoruz. Belki önümüzdeki asrın ilk çeyreğinden sonra, öyle parlak günler gelecektir ki, Osmanlı döneminde bile o ihtişama ulaşılmamıştır!”
Günümüze kadar her asırda, İslâm dini vazifesini tam olarak yerine getirmiş ve temellerini İslâm’a bina etmiş olan devletler için en önemli bir dayanak ve ışık kaynağı olmuş, yer yer zalimler gelse de bunlar uzun ömürlü olamamış, İslâm’ın muazzam tesiriyle bunların verdikleri zararlar telafi edilmiş ve din hayatın bütün ünitelerinde varlığını sürdürerek yaşanma imkânı bulmuştur:
“İslâm devletinin kuruluşundan günümüze kadar, yer yer kesintilerle birlikte sık sık zamanın altın dilimi kuşağına girilmiş, din, hilâfet veya imamet (devlet idaresi mânâsında) esas alınmış ve devlet ona tâbi kılınmıştır. Bu dönemlerde, devlet bütün gücünü dinden almış ve onun rehberliğine sığınmıştır. Din devletin geçeceği yolları aydınlatan bir ışık kaynağı olmuş ve devleti yanılgılara düşmekten, çıkmazlara girmekten korumuştur. Hatta değişik dönemlerde yer yer imamet ve hilâfet âdeta saltanat hâlini almıştır ama pek azı müstesna, bu mükemmel temsilciler, imameti saltanat seviyesinde temsil edenler, kat'iyen kalblerini, kafalarını saltanata kaptırmamışlardır. Tarık'dan Kanuni'ye uzanan çizgide bu hep böyle olmuştur… Tarık, Toleytola'da, kralın hazinelerine ayağını basarak kendi kendine: "Evvelki gün bir köleydin, dün bir kumandan, bugün de bir fatihsin; unutma yarın toprağın altına gireceksin!" deyip yüzünü yere koyarken ve Kanuni, Viyana'dan döndüğünde, kemal-i samimiyetle: "İçime az gurur geldi, bugün yatağımı dehlize serin!" derken hep bu ruhu terennüm ediyorlardı.
Böylesine hazm-i nefs eden bu insanların en büyük oldukları zamanlarda bile tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmeleri gösteriyor ki, bizde sıkça bu semavî büyüklükler yaşanmış ve gerçekten her şey dinin ruhuna uygun cereyan etmiş ve bütünüyle hayat bu duyguya tâbi kılınmıştır.”
("Geçmişe Bakış Açımız")
Bu zaman dilimleri içerisinde kıvamı koruyamayanlar ve saltanat ve melik olmayı Allah rızasının önüne geçiren istisnalara bakarak İslâm’a ve insanlığa çok büyük hizmetler yapmış o yüce devletlerin karalanması ise bir zulüm ve hakikate karşı işlenmiş bir cinayet olacaktır:
“Ama bazen, Emevilerin de Abbasilerin de Karahanlıların da İlhanlıların da Harzemlilerin de Selçukluların da Osmanlıların da içlerinde melikliği ve saltanat sürmeyi Allah'ın rızasının önüne geçiren idareciler zuhur etmiştir. Allah bizim de onların da taksiratını affetsin! Ne var ki, bu istisnalarla o altın devletleri karalamak insafsızlıktır. Ve zaten böyle bir şey yapmamız bizim için caiz de değildir. Çünkü Kur'ân bize geçmişlerimizi hayır dua ile yâd etmemizi öğütlemektedir. Hem o dönemlerde yaşanan saltanat, tam bir meliklik de değildir. Sadece i'lâ-yı kelimetullah uğruna bir sancak açmak, kibir ve gururla burnunu diken düşmanlara karşı sadaka cinsinden gururlu ve kibirli davranmak idi ki, din böyle bir davranışı istihsan eder.”
("Geçmişe Bakış Açımız")
Allah Rasûlü’nun getirdiği temeller, ilkeler ve prensiplere bina edilen devletler eliyle meydana getirilen iklim ve atmosfer içerisinde, Asr-ı Saadet’ten itibaren bütün geçmiş aydınlanmış ve insanlığın huzur ve saadeti adına zirvelerin yakalandığı en parlak zaman dilimleri yaşanmıştır:
“Evet, O'ndan sonra ve O'nun izleri üzerinde binlerce ilim yuvası kurulduğu, yüzbinlerce ilim ve sanat adamı yetiştiği gibi, O'nun getirdiği sistemi temsil eden yüzlerce devlet kuruldu. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Harzemliler, Karahanlılar ve şanlı Osmanlı Devleti bunlardan sadece birkaçı... İslâm dini, Hıristiyanlıkla mukayese edilmemelidir. Hıristiyanlık hiçbir zaman kiliseyi aşamadı. Devlet, ya teokratik idare dediğimiz papazların kafalarından çıkan içtihatlarla veya materyalist insanların kafalarından çıkan dünyevî prensiplerle idare edildi. Ama Hz. Muhammed'in (SAV) mesajı ve dini öyle değildi. O, kitap ve Sünnet'in canlı, derin, âlemşümul, içtihada açık, tecdit derinlikli esasları üzerine kuruldu ve devam etti. Onun ikliminde zaman değişiyor, suret değişiyor, mânâ ve muhteva bâki kalıyordu. Bu dünyada medeniyetlerin, devletlerin biri batıyor, arkadan bir başkası doğuyor ve devamlı güneşler kol geziyordu...
Selçuklular kendi devirlerini, fonksiyonlarını tamamlar tamamlamaz, Allah (celle celâluhu) Söğüt'ün bünyesinde, ileride kelebek olup ışığa koşacak yeni bir Yusufçuk yetiştiriyordu. İpek böceği kelebek oluyor, kelebek üveyikleşiyor, üveyik de tavuslaşıyor ve Muhammedî semalarda şehbal açıyor, uçuyordu… Arızasız, eksiksiz; tabiatın içinde varlıkla bütünleşerek yeryüzünde Allah'ın halifesi olma televvün ve derinlikleriyle.
Evet, bu mânâ ve muhtevada büyük küçük yüzlerce devlet hep O'nu temsil ettiler. Ve Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o semavî sofrasından istifade etti, O'nunla şekillendi, O'nunla yapılandılar.”
“Allah Resûlü'nün Getirdiği İklim”