SAHABEYİ ANLAMAK VE ONLARA YAPILAN SALDIRILAR 6
Fethullah Gülen Hocaefendi,
“Peygamber Yolu” başlıklı Kırık Testi’de Sünnet-i seniyyeye müracat etmeyenlerin, Ulûhiyet telakilerinde dalalete düşmekten kurtulamayacaklarına vurgu yapmaktadırlar:
“Bu gibi hususları Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaz’ etmiş olduğu çerçevede ele almayan bir kişi çok yanlış Ulûhiyet telâkkilerine girebilir. Bir dönemde İsrailoğulları’nın yaptığı gibi tecsim düşüncelerine kapılabilir; bazı Hıristiyanlarda veya bir kısım Şia’da olduğu gibi -hâşâ- Allah’ın bir beşerde hulul ve ittihat ettiğine kail olabilir. Ya da Grek felsefesinin tesirinde kalmış olan Mutezile gibi, “Allah, her şeyi maslahata uygun yaratma mecburiyetindedir.” gibi yakışıksız ifadeler ileri sürebilir. Gerçi Allah’ın her icraatında binbir hikmet ve maslahat saklıdır. O, abes fiil işlemez. Ne var ki Allah (celle celâluhu) hiçbir şeyle mükellef değildir; hiçbir şeye mecbur değildir, hiçbir şey O’na vacip değildir. Bu türden ifadeler Ulûhiyet mefhumuyla bağdaşmaz…
Aslında Cebriye, Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime gibi, Zât-ı Ulûhiyetle ilgili düşüncelerinde bir kısım yanlış değerlendirmelere giden fırkaların doğru yoldan sapmalarının temel sebebi de milimi milimine Peygamber yolunu takip etmemeleridir.”
Onlara Kur’an’dan ziyade Sünnet’ten deliller getir…
İlk bakışta anlamakta zorluk çekilen veya yanlış anlaşılabilen “Sünnet konusunda hüküm veren Kitap değildir, ama Kitap konusunda hüküm veren Sünnet'tir (es-Sünnetü kâdiyetün 'ale'l-Kitab…)” ifadesini büyük alim Şatıbî şöyle açıklamaktadırlar: “Kur'an'ın ne demek istediğini beyan edip açıklayan Sünnet'tir, yoksa Sünnet Kur'an'dan daha önceliklidir veya önemlidir demek değildir.”
Bu hakikatı ifade sadedinde, ayrıca “Kur’an’ın Sünnet’e olan ihtiyacı, Sünnet’in Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.” denmiştir. Bu beyandan, Sünnet Kur’an’dan daha değerlidir ya da önemlidir anlamı kastedilmemektedir. Kastedilen, Kur’an’ı anlamak için Sünnete başvurulmasına olan ihtiyacın, sünneti anlamak için Kur’an’a başvurulmasına olan ihtiyaçtan daha fazla olmasıdır.
Bu hakikate binaen, Hz. Ali (radıyallahu anh), Hz. Abdullah b. Abbas’ı (radıyallahu anh) Haricilere gönderirken çok önemli bir tavsiyede bulunmuşlardır: “Onlara Kur’an’dan ziyade Sünnet’ten deliller getir. Çünkü, Kur’an’dan delil getirdiğin zaman “biz bunu böyle anlamıyoruz” derler başka teviller yaparlar.”
Kur’an’dan delil getirildiğinde biz bunu anlamıyoruz diyerek tevil yollarına başvurabilmektedirler. Ama, “Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) bu ayet ile ilgili şöyle bir beyanı var, bu ayeti hayat-ı seniyyelerinde şöyle uyguladılar, sahabe efendilerimiz de Allah Rasûlü’nden öğrendikleri bu hususları hayatlarında şöyle tatbik etmişlerdir” deyince hakikat ortaya çıkmakta ve Kur’an ayetleri doğru olarak anlaşılabilmektedir.
Kur’ân Müslümanlığı iddiasıyla, Peygamber ve Sünnet’i devre dışı bırakma çabaları…
Hocaefendi,
“Kur’ân Müslümanlığı mı?” başlıklı Kırık Testi’de , Kur’an’ın tam anlaşılabilmesi için Sünnet’e olan ihtiyacı şöyle açıklamaktadırlar: “Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Kur’ân ile nefes alıp verir, onunla göklerle irtibata geçer, onunla rahmet damlaları gibi yerdeki varlıkların imdadına koşar, onunla zulmetlerle savaşır ve onunla ışık olur her yana yağardı. Rehber-i Ekmel’in ilk muhatapları olan Sahabe efendilerimiz ashab-ı lisandı; onlar dili çok iyi bilir, neyin ne ifade ettiğini çok iyi anlarlardı. Fakat, nâzil olan ayetler arasında, o firaset ve fetanet insanlarının dahi kendi idrak ufuklarıyla halledemedikleri meseleler olurdu.
Dolayısıyla, Ashab-ı Kiram, içinden çıkamadıkları meseleleri hemen Hikmetin Lisan-ı Fasîhi’ne (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) sorarlardı. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Âişe validemiz (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi zeka, hafıza ve idrak seviyeleri itibarıyla içimizde hayranlık duygularını uyandıran büyük sahabiler bile, pek çok mevzuyla alâkalı “Ya Rasûlallah, bu ne demektir?” “Ya Rasûlallah, şunun manası nedir?” şeklindeki sualleriyle istifsarda bulunurlardı. Demek ki, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in rehberliği, ışık tutması, şerhi ve izahı olmasaydı, dini kendilerinden öğrendiğimiz o Sabikûn u Evvelûn dahi Kur’ân’ı kendi başlarına tam olarak anlayamayacaklardı. Zaten, herkes Kur’ân’ı kendi kendine anlayıp ondan hükümler istinbat edecek olsaydı, bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç mı kalırdı?”
Sahabe efendilerimiz (radıyallahu anhüm) Kur’an’dan anlamadıkları hususları Rasûl-ü Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) sorarak öğreniyorlardı. Böyle yapmasalardı, kur’an’ı doğru anlamak mümkün olamayacaktı.
Aynı yazıda, Hocafendi bu hususu örneklerle detaylandırmaktadırlar: “Evet, hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o Kur’ân hazinesinin kapılarını açmaya yönelik soruların yanı sıra, Peygamber Efendimiz’in bizzat kendisine tevcih edilen pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, Beyan Sultânı, kalb-i pâki ve lisân-ı nezîhi ile onların hepsini cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder; Kur’ân ile gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini de ihtarda bulunurdu.
Mesela; Kur’ân’da mücmel olarak zikredilen namazı bütün rükünleri, şartları, sünnetleri ve âdâbıyla; haccı ifradı, kıranı, temettü’ü ve bütün teferruatıyla; zekâtı nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle ayrıntılı olarak anlatırdı. Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak ele alınan mevzuların istisnalarını gösterir; mutlak olarak zikredilen hükümleri takyîd ederdi. Bazen de ayet-i kerimelerde tek kelime ile dahi temas edilmeyen meseleleri müstakilen hükme bağlardı.”
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) bir taraftan, Kur’an’la ilgili anlaşılamayan konularda ve ümmetinin dini ve dünyevi her türlü meseleleri ile alakalı sorularına verdiği cevaplarla kapalı hususlara açıklık getirirlerdi. Kur’an’da genel olarak ifade edilmiş ibadetler ve muamelat ile ilgili hususları ise ayrıntıları ile anlatırlar, Kur’an’daki emirlerin ne şekilde, hangi hallerde, ne zaman ve kimlere uygulanacağı, bununla ile ilgili varsa hususi durumlar ve istisnaların ne şekilde olacağı, sınırları, umumiliği ve hususiliği gibi birçok konuyu şerh ederlerdi.
Sünnet-i Seniyye’den Koparılan Kur’ân terk edilmiş ve O’ndan uzaklaşılmıştır…
Sünnet-i seniyyeden bağımsız olarak Kur’an’ın ele alınması, Kur’an’da çok ayetlerle kendisine ittiba edilmesi emredilen Hz. Peygamberin (aleyhi ekmelüttehaya), vahye dayalı beyanlarının yerine beşerî ve nefsi yorumların tercih edilmesi anlamına gelmektedir.
Hocaefendi
aynı yazıda, bu hususa dikkat çekmektedirler: “Binaenaleyh, ilk asırdan bugüne kadar, Sünnet-i Seniyye, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından hep Kur’ân’la beraber mütâlaa edilmiştir. Öyleyse, ne onu Kur’ân’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir. Vahy-i gayr-i metluv olan hadisleri devreden çıkarmak ve onları vahy-i metluv olan Kur’ân’dan koparmak da bir yönüyle Kur’ân’ı mehcur hale getirmek (terk edip uzaklaşma) demektir.”
Hocaefendi ayrıca
“Peygamber Yolu” başlıklı Kırık Testi’de bu konuyu şöyle değerlendirmektedirler: “Kur’ân-ı Kerim, baştan sona kadar bize tevatüren (yalan üzerinde birleşmeleri aklen imkânsız olan bir topluluk tarafından) nakledilmiştir. Aynı şekilde Efendimiz’in Sünnetinin önemli bir kısmı da bizlere -ister lafzen ister manen olsun- tevatüren nakledilmiştir. Kur’ân, Allah tarafından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pak sinesine ilka edilen bir vahiy olduğu gibi, aynı şekilde Sünnet-i Sahiha da yine Efendimiz’e Allah tarafından vahyedilmiştir. Şu kadar var ki Kur’ân vahy-i metluv (lafzı da manası gibi Allah’tan olup tilaveti ibadet olan vahiy), Sünnet ise vahy-i gayr-i metluv (manası Allah’tan olmakla beraber lafza dökülmesi Efendimiz’e bırakılan ve tilaveti ibadet olmayan vahiy) olarak isimlendirilmiştir.”
İnşaAllah sonraki yazıda bu konuya devam edelim…