Bediüzzaman Hazretleri, Vehabbilik meselesini detaylı olarak ele aldığı, Yirmi Sekizinci Mektup’ta, ehl-i dünya ve maddî tarih bakış açısına göre, insanlık âleminde, toplumların siyasi hayatlarında yaşanmış olan devirlerin sırasıyla, vahşet ve bedevîlik devri, memlûkiyet devri, esir devri, ecir devri ve malikiyet ve serbestiyet devri olmak üzere beş grupta sınıflandırıldıklarına dikkat çekmektedirler:
“Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup fakat el-hükmü li'l-ğâlib olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir.
Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.”
İnsanlar yaşadıkları vahşet ve cehalet döneminden, peygamberler ve kurulan devletlerin yardımıyla yarı medeni bir hale gelebilmiş olmalarına rağmen, o dönemdeki güçlü ve zeki insanların meydana getirdiği kast benzeri sistemlerle memlûkiyet dönemi başlamış, yani insanlar mal ve hayvan gibi kabul edilerek sahiplenilmişlerdir.
Sonra bu memlûklar uyanarak buna son verebilmişler, ama bu sefer de güçlülerin insanları esir hale getirmeleri başlamış ve insanlık esaret dönemine girmiştir.
Yirminci asra kadar bu durum böyle devam etmiş ve bizzat devletler eliyle insanlar köleleştirilmiş, ticarete konu edilerek büyük sermayeler elde edilmiş ve bu insanlar hızla gelişen sektörlerin ihtiyacı olan ucuz iş gücü talebini karşılamakta kullanılmışlardır. Günümüz Batı Dünyasındaki çok büyük ve köklü şirketlerin bir kısmı bu köle ticaretinden elde ettikleri sermayelerle büyümüşlerdir.
Sonra meydana gelen özgürlük ve hürriyet akımlarının etkisiyle, insanlık bu esaretten kurtulabilmiş ama bu seferde ücretle çalışan işçiler haline gelmişlerdir. Sermaye sahipleri bunları çok ağır şartlar altında ve birçok haklardan mahrum olarak çalıştırmışlardır. Bu haksızlıklar çok ileri boyutlara vardığından dolayı, fakir halkta zenginlere, elit kesimlere karşı şiddetli düşmanlıklar meydana gelmiş ve oluşan bu ortam komünizm gibi akımların geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmesine sebebiyet vermiştir.
Günümüzde, verilen mücadelelerin neticesinde yeryüzünün belli bölgelerinde mâlikiyet ve serbestlik dönemleri başlamış olsa da hala ekseriyetinde buna muvaffak olunamadığı görülmektedir.
ENANİYET ASRI
Neticede, beşerin bu geçirdiği evrelerin etkisiyle, günümüz insanlarında sermaye veya makam sahiplerine karşı bir kin, adavet ve düşmanlık meydana gelmiştir. Bu durum, sadece maddi alanla sınırlı kalmamış, manevi makam sahiplerine karşı da aynı tutum sergilenmiştir. İnsanlar, başkalarının manevi makam sahibi olmalarını, kendilerinden üstün olabilecekleri düşüncesini kabul etmek istemediklerinden, bunları inkâr yoluna gitmekte ve onlar eliyle temsil edilen düşüncelere ve değerlere karşı da bir mücadele içerisine girebilmektedirler.
Günümüzde bilim ve teknolojide yaşanan büyük gelişmelerin de bunlara eklenmesiyle, insanlarda enaniyet damarı çok güçlenmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, bu asrı enaniyet asrı olarak nitelendirerek bu hakikate parmak basmakta ve irşad ve tebliğde bu hususun nazara alınarak hareket edilmesi gerektiğinin tahşidatını yapmaktadırlar. (Bu hassasiyetin ele alındığı “Hizmet Hareketi başarısız mı oldu?” ve “Hocaefendi gibi insanlar hata yapmazlar mı? 2” yazılarına bakılabilir.)
Günümüzdeki, Haricilik, Vehabbilik, A’li Beyt düşmanlığı, Sahabeleri, A’li Beyt ve Mezhep imamlarını ve diğer manevi liderleri kabullenememelerin arkasında da bu yaşanmış sürecin etkileri olmuştur.
ASRI- SAADET DÖNEMİNDEKİ İDARE SİSTEMİ, ANCAK SAHABE KIVAMINDAKİ VEYA ONLARA YAKIN İNSANLARA UYGULANABİLECEK BİR SİSTEMDİR
Asr-ı Saadet’in yaşandığı dönemlerde, yeryüzünün kimi yerlerinde memlûkiyet ve kimi yerlerinde ise esaret dönemi yaşanıyordu. Kur’an’ın ve Allah Rasûlü’nün (SAV) sahabe toplumu üzerinde gerçekleştirdikleri inkılaplar ve yaptıkları terbiye ve talim sayesinde, o güzide toplum, beşerin ancak günümüzde yeni yeni ulaşabildiği ve hala da tamamiyetine de eremediği malikiyet ve serbestiyet devrinin de ötesinde bir kıvama kavuşmuşlardır.
Dolayısıyla, bu dönemde ortaya konan idare sistemi bulunduğu zamanın çok ötesindeydi ve ne zaman ve ne de mekân olarak yeryüzü böyle bir idare sistemini kabul edip devam ettirebilecek bir yapıya sahip değildi.
HİLAFETİN SALTANATA DÖNÜŞMESİ
Asr-ı Saadet sonrasında hilafet yerini saltanata bırakmıştır. Çünkü, toplum çok kozmopolit bir hale gelmişti. Farklı milletler, dinler ve kültürlere mensup insanlar çoğunluktaydı. Bunların idaresinin Raşid Halifeler dönemindeki gibi olması artık mümkün olmaktan çıkmıştı. Bütün dünyada yönetimler saltanat olarak devam ediyordu. Bu realitelerin zaruri bir neticesi olarak, Emeviler döneminde hilafet saltanata dönüşmüştür.
Asr-ı Saadet hep bir prototip olarak, hedeflenen bir ideal olarak ortada duruyor olmasına rağmen, sonra gelen devletlerden hiçbirisi de Raşid Halifeler dönemine dönelim dememişlerdir. Bunun bir istisnası olarak, Ömer bin Abdülaziz Hazretleri, istişareye dayalı bir hilafet sistemini geri getirmek istemişse de buna muvaffak olamamıştır.
Beşerin geçirdiği bu devreler hesaba katılmadan geçmiş hakkındaki yapılan değerlendirmeler eksik olacaktır.
Fethullah Gülen Hocaefendi “İslâm
Her Devirde Yaşanmıştır” başlıklı yazısında, Allah Resûlü’nün beyanlarından hareketle bu hakikate şöyle işaret etmektedirler:
“Evet, en sahih ve sağlam hadis kitaplarında şöyle buyurur Allah Resûlü: "Benden sonra hilâfet yetmiş sene devam edecektir." Bir başka ifadelerinde ise otuz sene olacağını ifade eder. Zannediyoruz hadisin her iki rivayetinin de kendisinden şerefsudur olduğu tarih nazar-ı itibara alınırsa, önce yetmiş seneyi söylemiş, aradan bir süre geçtikten sonra da, "Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir." buyurmuşlardır. Seyyidina Hz. Hasan'ın 6 aylık muvakkat ve çok ağır şartlar altındaki hilâfeti de hesap edilecek olursa Raşid Halifeler dönemi 30 sene yapar. Öyleyse Efendimiz'in önceki söylediği yetmiş sene nedir?
İhtimal eğer daha sonra da Müslümanlar, yani Hz. Hasan'dan sonra, ilk dört halifenin idare safveti ile idare edilebilseydi o zaman hilâfet -Allahu a'lem- 70 sene sürecekti; 70 sene, gökteki meleklerin yerdeki saltanatı ve idaresi gibi bir idare olacaktı. Ne var ki, belli bir devreden sonra o safvetin bozulacağı Muhbir-i Sadık'a haber verilmiş olmalı ki, daha sonra Aleyhissalatü vesselâm, o safvet dönemini -Cenâb-ı Hakk'ın atâsını değiştirmesi üzerine- 30 sene deyivermişti.
"30 sene hilâfet olacak" demek, Hakikat-ı Ahmediye, 30 sene temsil edilecek ve Kur'ân özüyle, arızasız olarak 30 sene yaşanacak anlamındaydı. Eskilerin ifadesiyle, kurt koyunla 30 sene beraber dolaşacaktı. Ondan sonra ne olacaktı? Ondan sonra Efendimiz'in ifadeleri çerçevesinde, "Melikler zuhur edecek." Bunlar, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) halifeleri seviyesinde âdil olmayacak/olamayacaklardı.
Ne var ki, Emevi meliklerinin içinde dahi zalimlerin ve çok hata yapanlarının yanında Ömer b. Abdülaziz gibi adalette Hz. Ömer'e ulaşacak kadar âdil idareciler de olmuştu. Ancak bunlar meliklerdi. Abbasiler, hilâfeti temsil etmiş, İslâmiyet için güzel şeyler yapmış fakat ilklerin seviyesinde bir idare ve bir temsil durumu ortaya koyamamışlardı. Bunun gibi, Osmanlılar da hilâfeti maddî-mânevî her yönüyle alıyor ve kendi imkânları nispetinde temsil ediyorlardı ama bazılarının eksiklerinin olduğu da bir gerçekti...”
İnşaallah sonraki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.