Günümüz dünyasında ve yakın zaman dilimi içerisinde Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki yanlış İslâmi temsillere, yapılan zulümlere, diktatörlüklere, geri kalmışlıklara ve insan hakları ihlallerine bakılarak, Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar İslâm ve Müslümanlar eliyle hiçbir medeniyet ortaya konmamış olduğu, aslında başından beri Müslümanların ve İslâm coğrafyasının hep bu şekilde olduğu gibi düşünceler kabul edilip dillendirilmeye başlanmıştır.
On dört asırdan fazla olan zaman dilimi içerisinde ortaya çıkan zalimler ve bunların yol verdiği zulümlere odaklanarak, sürekli bunlar nazara verilerek bütün tarihin böyle olduğu gibi büyük yanılgılara düşülebilmektedir. Bu büyük zaman dilimi içerisinde ekseriyetle yaşanan hayır ve hasenat göz ardı edilerek toplam içerisinde az bir yer tutan çirkinliklere yoğunlaşılmaktadır.
Fethullah Gülen Hocaefendi “Bediüzzaman Hazretlerinin cerbezeyle ile ilgili yaklaşımını kullanarak bu zulme ve yanlışa dikkat çekmektedirler: “Hazreti Üstad’ın ifadeleriyle diyecek olursak, “Senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir.” İşte aynı bunun gibi, Osmanlı’nın bazı fertlerinin hataları her biri tarafından işlenmiş ve farklı zamanlardaki kusurları toplanıp bir anda yapılmış gibi tasavvur edilirse, karşımıza çok çirkin bir tarih çıkabilir. Oysa, Osmanlı’nın bir de fetih ve medeniyet tarihi vardır. Fakat maalesef, zaaflarının esiri bazı kimseler, o yüce kâmetleri kendi seviyelerine indirerek kendilerine mazeret uydurma ve kendi cürümlerini hafif gösterme psikolojisinin de tesiriyle yalan yanlış tasvirlerde bulunuyorlar.” (“Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı”)
Bu insafsızca olan yaklaşımlarda, bilgisizlik ve bütüncül yaklaşımdan uzak değerlendirmelerin çok önemli bir payı olmakla beraber zaaflarından ve kötü alışkanlıklarından kurtulamayan insanların vicdanlarını rahatlatma ve kabahatlerini meşrulaştırma arayışlarının da etkisi vardır. “Halifeler ve padişahlar da bizim gibi davranmışlardır, bizi niye ayıplıyorsunuz veya biz yaptıklarımızda yanlış yapmıyoruz” diyebilmek bu yalanlara sarılmaktadırlar.
Diğer önemli bir yaklaşım problemi olan, İslâm’ın sadece Asr-ı Saadet’te yaşandığı ve sonra gelen asırlarda gerçek İslâm’ın yaşanmadığı ve yukarıda ifade edildiği gibi yalnızca savaşların, zulümlerin ve hak ihlallerinin yaşandığı şeklindeki gerçeklerle hiçbir şekilde örtüşmeyen zanlar ve kanaatler maalesef günümüz toplumunda çok kabul görmektedirler.
Bunun böyle olmasında, bir taraftan müsteşriklerin İslâm aleyhine diğer taraftan Şia’nın Sünni İslâm aleyhine ürettiği yalan ve yanlış haber ve bilgilerin çok fazla dolaşımda olması, bu kaynaklardan gelen bilgilerin reklamının bombardıman şeklinde yapılmasının çok büyük etkisi vardır. Maalesef, haber ağlarının büyük ölçüde kontrolu de bu grupların elinde olduğu için doğru bilgiye ulaşmak çok zorlaşmış ve bu da bu çağın insanlarının kendilerini hayati derecede ilgilendiren bu konularda cahil kalmalarını netice vermiştir.
Bu büyük hastalıkla malul hale gelen Müslümanlar için geçmişleri bir dayanak noktası olamamakta ve maalesef, bunlar nezdinde, sahip oldukları din hiçbir pozitif oluşum ortaya koyamamış, meyve verememiş, bu dünya adına bir şey vaad etmeyen, hayattar olmayan ve tam tersine faydadan ziyade zarar ve ziyana yol açmış ölü bir müessese konumundadır. İşte bu noktada, peygamber varislerinin tam ve doğru bilgiye dayanarak ve bütüncül ve ihatalı bir yaklaşımla ortaya koydukları çalışmaları, fikirleri, düşünceleri, değerlendirmeleri ve bunları aksiyona ve pratiğe de dökerek mikro planda sergiledikleri temsilleri ve örnekleri imdadımıza yetişmektedir.
Bu müceddidler, İnsanların zannettiği gibi bu dinin yaşanmaz olmadığını veya sadece dar bir alan ve zamana mahsus yaşanmadığını delilleriyle ve temsilleriyle gösterirler. Bunlar, Kur’an ve Sünnet’e derin vukufiyetleri, tefsir, tefsir usulü, hadis, hadis usulü, kelam, kelam usulü, fıkıh, fıkıh usulü gibi manevi ilimlere hakimiyetleri ve diğer pozitif ve sosyal ilimler sahalarındaki birikimleri ile beraber içinde bulundukları zamanı da çok iyi okumaları sayesinde insanların zihinlerin ve kalplerindeki hastalıkları tedavi edecek projeleri ortaya koyup realize edebilmektedirler. Böylece, din her zamanki gibi orijinali ile anlaşılıp yaşanma imkânı bulmaktadır, Allah’ın inayet ve keremiyle.
“(…)İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmı beğendim…”(5/3) ayet-i kerimesinde en mükemmel din olarak anlatılan İslâm, Allah’ın bütün isimlerine en a’zam derecede mazhar olan Hazret-i Muhammed (SAV) ve O’na vahyedilen kelam-ı İlahi olan Kur’an’ı Mu’ciz’ül Beyan’a ümmet ve cemaat olan Müslümanlar eliyle inşâ edilen medeniyetlerin ve değerlerin de o azamete uygun olmaları gerekirken bunun aksinin olabileceğini düşünmek ve iddia etmek ne kadar tuhaf, tutarsız ve anlaşılmaz bir durumdur!
Bakın, 14 asır boyunca, Kur’an-ı Azîmüşşân’ın ve Hazret-i Muhammed Mustafa’nın (SAV) risaletinin insanların hem bireysel hem de toplum hayatında meydana getirdiği harikuladelikleri Hazret-i Bediüzzaman nasıl anlatmaktadır: “Kur'ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu'cizedir.” (Yirmi Beşinci Söz)
“Küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini on dört asır bilâ fasıla saltanat-ı maddiye ve mâneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Halık-ı Kâinat hesabına ve namına süren Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) o Sâniin en mühim bir maksadı, bir nuru, bir aynası olmasın?” (İkinci Şua)
“Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihap ederek, ehemmiyetli küre-i arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor, âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor.” (Onuncu Söz)
“Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş.” (Yirmi Dördüncü Mektup)
“Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.” (On Dokuzuncu Mektup)
Hazret-i Bediüzzaman Beşinci Şua’da İslam’ın yeryüzünde galip olarak hükmedeceği süreden haber veren bir hadis-i şerifi yorumlarken, İslâm ümmetinin ekseriyeti (heyet-i mecmuası) istikameti koruyabildikleri için 1300 yıl İslamiyet’in galibiyetinin ve hakimiyetinin ve hilafet saltanatının devam ettiğini haber vermektedirler: “Rivayette var ki, “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” Yani "Sizin gününüzle bin sene kadar uzun olan kıyâmet gününde…” (Secde Sûresi, 32:5) âyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder. Allah’u a’lem; bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mu’cizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş.” (Beşinci Şua)
Hazret-i Üstad’ın hakikati tam resmeden bu ifadelerinin ispat etmek ve göstermek için Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu husustaki değerlendirmeleriyle sonraki yazıda devam edelim inşallah.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.