ÖRNEK ALINIP UYULACAK REHBERLERE YATIRIM YAPILMALI
Önceki yazılarda, güzel insanlarla bir arada bulunmanın kazandırdığı önemli faydalar üzerinde kısmen durmuştuk. İslâm dininin cemaatle yapılan faaliyetlere ve ibadetlere çok büyük değer vermesi ve fert olarak yalnız hareket edenlerin çok büyük tehlikelerle karşı karşıya oldukları hususunda yaptığı uyarılarda gözetilen hikmet, fayda ve maslahatlar, güzel insanlarla, İslâm’ı doğru yaşayan güzel gruplarla ve insana Allah’ı (CC) hatırlatanlarla birlikte ve beraber olmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedirler.
Bir ve beraber hareket eden, birbirleriyle irtibatta (iletişimde) ifratta bulunan bu insanlar birbirlerine çok destek olmakta, birbirlerinin imanlarını, kuvve-i maneviyelerini (manevi kuvvetlerini) takviye etmekte, kardeşlerinde bulunan güzel hallerden, meziyetlerden ve ahlaktan istifade ederek o güzelliklerin boyasıyla onlar da boyanmakta, kardeşleriyle beraber İslâm’ı doğru yaşayan hakiki mü’minlerden oluşan bir topluluk olarak mevcudiyetleri hem kendileri hem de başkaları için bir taraftan bir ümit kaynağı diğer taraftan da en güzel bir örnek olarak yeryüzünde bu işin yaşanabileceğinin bir delili olmaktadır.
Hazret-i Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendi, böyle güzel örneklerin ve bu insanların kendi aralarında sergiledikleri/sergileyecekleri tesanüdün (dayanışma) ne kadar önemli olduğuna ve düşmanların özellikle hem bu örnekleri yok etmek hem de aralarındaki birlik ve beraberliği bozmak adına ne kadar yoğun çalıştıklarına sürekli dikkat çekerek vurgulamışlardır:
Böyle herkese ümit kaynağı olma ve maya olarak toplumları dönüştürüp hakiki insanlık seviyesine yükseltme işinde en zirveyi sahabe efendilerimiz (R. Anhüm) tutmaktadırlar. Bundan sonra bu işe muvaffak olacaklar da ancak onların çizgisinde hareket edenler ve onlara en çok benzeyenler olacaktır.
Hazret-i Üstad günümüzde iman ve Kur’an hizmetinde koşturanların sahabe mesleğine tabi olarak, onlardaki gibi yüksek bir kardeşlik sergileyen, hatta kardeşlerini maddi ve manevi menfaatte kendi nefislerine tercih edecek kadar onlarda fani olan, meydana getirdikleri birlik, beraberlik ve dayanışmadan ortaya çıkan bir şahs-ı maneviyeye (manevi kişilik) sahip olan bir topluluk oldukları veya öyle olmaları gerektiği üzerinde çok durmuşlardır.
Allah Rasûlü (SAV) “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir” buyurarak örnek alınması gerekenlerin kimler olduğunu göstermişlerdir:
“Allah Rasûlü (ASV) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz.” diyordu. “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir.” diyordu. Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler… Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat’î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram.
Ondan sonrakiler de o Hâle’ye müteveccih yaşadı, ona göre şekillendiler; keyfiyet urbalarını ona göre birkaç defa vicdan aynalarında, idrak aynalarında kontrol ettiler, ceketlerinin yakalarını düzelttiler; kendilerini yeniden, bir kere daha kıvam adına gözden geçirdiler. “Sahabe, böyle yapıyordu!” dediler, onlara ayak uydurdular. -Bu da asker tabiri.- Onların ritimlerine göre, gönül dünyalarına göre şekil almaya çalıştılar.
Ondan uzaklaşma oldukça, yavaş yavaş o nûr-efşân atmosferden de uzaklaşma oldu. Sönmedi, ama o ölçüde ziyadâr olmadı, nûr-efşân olmadı. Tebe-i Tâbiîn döneminde ve ondan sonraki çağlarda, değişik düşünceler, mideyi bulandırıcı şekilde değişik telakkiler yaygınlaştı; Neo-Platonizm düşüncesi, Sokrates düşüncesi, Aristoteles düşüncesi, Yunan felsefesi, Grek felsefesi gibi akımlar, bizim o dupduru düşünce dünyamız içine girerek, midelerde bulantı veya düşünce dünyasında bulantı meydana getirebilecek durumlara sebebiyet verdi…
Yavaş yavaş, körü körüne almalar başladıkça, esasen o “ışık” da ziyasından çok şey kaybetti. “Ziyâ” iken yavaş yavaş “nur” oldu; “nur” iken -bir yönüyle, belki- çok küçük bir kıvılcıma dönüştü, bir mum ışığına dönüştü; kıvılcım iken söndü, sadece külün içinde küçük bir kor haline geldi. O da geldi, maalesef bizi buldu.”
(İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit)Maalesef, yirminci asra gelirken sahabe efendilerimize benzeyen, onları temsil edebilecek bir kıvama sahip bir güzel topluluk veya örnek artık kalmamıştı. İnsanlığın yeniden toparlanabilmesi ve doğrulabilmesi için işte bu güzel topluluklara ve örneklere ihtiyaç vardır:
“Dünyanın iç içe deformasyonlardan sıyrılması, başta teker teker, bizim her birerlerimizin kendimiz olmamıza, yeniden kendi formumuzu bulmamıza vabestedir (bağlıdır). Biz, biz olacağımız âna kadar, başkalarının bir şey olmasını beklemek, beyhudedir. Bir ümit, bir recâ mülahazasıyla diyebilirim ki, o yola girildiği söylenebilir.
Dünya, “Hâle” (Ashâb-ı kiram) boy aynasıyla kendini yenileyebilmiş, halini dilinin önüne geçirmiş ve hayatını insanlığa adamış fertlerin teşkil ettiği imrendirici bir oluşuma muhtaç!..
Fakat henüz o mesele, bir şey ifade edici mahiyette noktalanmış değil, daha hecelemedeyiz…
Bütün dünyanın yeniden şekillenmesi, inşirah verici bir hâl alması, tam bir Cennet koridoruna dönmesi, en azından büyük çoğunluk için, ümit vaad edici bir oluşuma vâbestedir. Bir yerde, imrendirici bir oluşum çok önemlidir.
Zannediyorum, başka tarafta öyle imrendirici bir şey yok. Meseleyi âidiyet mülahazasına bağlayarak “Bu, sizde var; bu harekette var, bu cemaat içinde var!” falan diyemem, iddia olur; “Değildir!” de desem, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhâniyesini inkâr olur. Var olan şeyler, “Rabbimin fazlından, kereminden, teveccühünden, iltifatındandır!” Olacak şeyler de O’nun bu mevzuda ekstra inayetlerindendir. Olanlar, olacaklar için inandırıcı referanstır. Buna inanmalı ve bu yolda evvela kendimiz adına bir yenilenme cehdi/gayreti içinde olmalıyız.” (İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit) Zaten, İslâm’a düşmanlık yapanlar ve onu yok etmek isteyenler de sürekli olarak, yeryüzünde Müslümanları hep terörle, cinayetlerle, geri kalmışlıkla, yoksullukla ilişkilendirmek suretiyle İslâm’ın o parlak yüzüne hep zift çalma peşindedirler.
Böylece insanları İslâm’dan, o hakiki güneşten uzak tutmaya çalışmaktadırlar. İslâm gerçek yüzüyle ve hakikatiyle görülüp temsil edilebilse insanların akın akın ona koşacaklarını bildiklerinden planlı bir şekilde buna uğraşmaktadırlar. Müslümanlar, bunun şuuruna vararak bu oyunlara ve bu hallere düşmekten kurtulmalıdırlar:
“Zannediyorum, günümüzde insanlık kendine ediyor ama esasen biz, insanlığa ediyoruz. Tam bir kıvam sergilemediğimizden/sergileyemediğimizden dolayı, Müslümanlığı öyle görüyorlar. Bulantı hâsıl eden dünya kadar zift cereyanı var. Etrafınıza bakın, Müslümanlığın dırahşan çehresini karartan, “Niye benim gibi düşünmüyorsun!” diye insanların kellelerini alan kimseler var. Bunları gören insanlar, sadece ürperirler; fakat bu, Allah’ı bilip o marifet ile, o haşyet ile, o huşû ile ürperme gibi bir şey değil, “Aman, Allah göstermesin, iyi ki bu hazirede olmamışız!” diye ürperirler. Ben, isim tasrih etmiyorum, “Falan cereyan, filan cereyan…” demiyorum. Öylesine mide bulandırıcı ki, onlara bakan insanın, İslamiyet’i seçmesi, intihap etmesi, ona doğru bir adım atması, onu kabullenmesi mümkün değil. Aksine -zannediyorum- ona doğru şöyle böyle yanılarak yönelenleri dahi vazgeçirecekler, “Aman, beyhude yorulmayın, zifte doğru seyahate kalkmışsınız!” filan dedirtecekler.
Siz, çevrenizdeki Müslüman geçinen dünyaya bakın; mahrutî/bütüncül bir nazarla bakın. İdrakinizi mercek yapın, muhakemenizi mercek yapın veya teleskop haline getirin; o bütüncül nazar ile, olduğu gibi her şeyi tespit etmeye bakın. Zannediyorum benimkiler eksik olacak ama siz, tamamı yakalama imkânına sahip olacaksınız, “Allah böylesini göstermesin!” diyeceksiniz…
İyilik yollarını gösterip kötülükten sakındırmak, hakiki mü’minin en önemli vasıflarındandır; bu vazifenin, numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiliyle yapılması ise, hayati öneme sahiptir.
Bütün dünyada korkunç bir deformasyon yaşanıyor, dedim. Esasen, bizim dünyamızın deformasyonuna bakarak, “Galiba bu, böyle gidiyor hep! Hep böyle olmuş!” falan diyorlar. Onun için böyle toptan bir görüntü, öyle bir “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” tavrı çok önemlidir. O öyle bir tavırdır ki, zannediyorum ferden ferdâ “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” yapmanın çok üstünde kıymetlidir…
Şimdi bir de toptan bir heyetin, bir cemaat-i nûriyenin, bir irşad ehlinin, âdetâ koro halinde bir meseleyi seslendirmelerini ve tavırlarıyla onu temsil edip ortaya koymalarını, tavır sergisi yapmalarını düşünün. Bunu gördükleri zaman, imrenecekler ve yeniden “Bu dünya, yaşanır bir dünya haline geldi!” diyecekler…
Bugünün değişik yollar ile vahşete açık dünyasında, dünya insanını böyle bir mülahazaya uyarmak, dünya insanında böyle bir mülahazayı oluşturmak çok önemli bir vazifedir. Toptan dünyaya, toptan bir hareketin, âdetâ bir koro sesi ile aynı şeyleri seslendirmesi gibi… O koroyu idare edenler, gelmiş-geçmişler ve aynı zamanda düsturları da bırakmışlar. Onları değerlendirdiğiniz zaman, artık yeniden falanın-filanın karşısına, elinizdeki bir çubuk ile geçip, “Bu Saba’dır, bu Rast’tır, bu Uşşâk’tır, bu Hüzzâm’dır, bu Segâh’tır!” filan demeye lüzum yok. Denen şeyler denmiş esasen ve onlar tın tın bizim kalbimizin kulaklarında çınlıyor. Kalbimizin kulaklarında çınlıyor…” (İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit)
Bulunduğumuz asrın evvelinde, Hazret-i Bediüzzaman böyle bir oluşumun meydan gelmesi adına gerekli olan bütün yöntemleri, metotları, stratejileri ve düsturları ortaya koymuşlar, yani yol haritasını hazırlamışlar ve sonrasında Fethullah Gülen Hocaefendi hem bunları sohbetlerinde ve yazılarında açıklayarak hem de hayata bunların nasıl geçirileceğini de uygulamada göstererek ortaya koymuşlardır, Allah’ın izni, inayeti ve keremiyle.