MUCİZELERİ VE BÜYÜKLERİ KABUL EDEMEME 4
Allah Rasûlü’nün (SAV) gösterdiği mucizeleri inkâr edemeyen kafirlerin bunlara sihir demek zorunda kaldıkları Kur’an’da ifade edilmektedir. Bu husus ve mucizelerin mahiyeti “Mucizat-ı Ahmediye” risalesinde şu enfes tespitlerle yer almaktadır:
“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizât-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları kat'îdir. Kur'ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu'cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için—hâşâ—sihir demişler.”
Mucizelerin önemli bir sebebi, gayb alemlerinden haberlerle gelmiş, gayb ve şehadet alemleri arasında bağlantı sağlayan peygamberleri kabullenmekte zorlananlara delil olmak veya iman edenlerin imanlarını takviye etmektir. Allah (CC) gönderdiği peygamberlerin peygamberliklerine delil olarak onlara mucizeler vermiştir:
“Evet, mu'cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mu'cize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, sadakte hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kat'î, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.
Öyle de, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dâvâ etmiş ki:
"Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum (elçisiyim). Delilim de şudur ki: Müstemir (yürürlükte, geçerli, sürekli olan) âdetini, benim dua ve iltimasımla (benim araya girip istememle) değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama (yiyecek) bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor." Ve hâkezâ, yüzer mu'cizâtı böyle göstermiştir.” (Mucizat-ı Ahmediye)
Her peygamber, bulunduğu zamanda en bilinen ve meşhur olan konularda mucizeler göstermiştir. Ama Efendimiz’in (SAV) peygamberliği bütün zaman ve mekanları, bütün insanlar ve cinler gibi diğer yaratılmışları da kapsadığı için, bulunduğu zaman en meşhur ve gelişmiş olan edebiyat ve söz sahasında herkesi aciz bırakacak Kur’an’ı Mu’ciz-ül Beyan O’nun (SAV) en büyük bir mucizesi olduğu gibi, bütün alemlere rahmet olduğu için her türlü yaratılmışlarla ilgili mucizelerle de gelmiştir:
“Nasıl ki, büyük bir padişah bir yâverini veya elçisini çok çeşitli milletlerin ve kabilelerin bulunduğu bir vilâyete gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp "Hoşgeldin!" der, ona alkış tutar, şükran ve teşekkürlerini arzeder; aynen öyle de, kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah, en büyük yâveri ve elçisi olan Resûl-i Ekrem'i (SAV) âleme gönderdiği zaman, O Elçi, insanoğluna bir memur ve meb'ûs olarak geldiği gibi, bütün mahlukata da rahmet olarak gelmiş, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve bütün hâdiseler abes, boş ve mânâsız görülmekten kurtulmuş, birer mânâ, birer değer kazanmışlardır.
Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, insanlara; güneşten ve aydan yıldızlara; sudan yiyeceklere; ağaçlardan taşlara ve dağlara; her cins hayvanata kadar her taife, her sınıf kendi türü adına O'na şükranlarını arz edip, O'nun elinden sâdır olacak mucizelere birer vasıta olmuştur. Böylece, Kâinatın Efendisi'nin (SAV), doğruluğuna ve peygamberliğine -inkârı mümkün olmayacak şekilde- kâinat çapında şahitlik yapıp, nübüvvetini bütün âleme ilan etmişlerdir. İşte, böyle kâinat çapında mucizeler göstermek, Kâinatın Efendisi olan Nebiler Sultanı'na (SAV) hastır.” (Peygamberimiz'in Mucizeleri O'nun Nübüvvetinin ve Risaletinin Şahitleridir)
Hristiyanlığa veya Yahudiliğe ait kaynaklara da baksanız, Kur’an-ı Azîmüşşan’a da baksanız, hadis kaynaklarına da baksanız mucizeler hakkında çok yerlerde bahisler görürsünüz. Bütün bu kaynaklarda, önceki peygamberler eliyle gerçekleşen mucizeler ittifak ile kabul edildiği halde, bütün peygamberlerin reisi olan Hz. Muhammed Mustafa (SAV) eliyle de mucizelerin gerçekleştiğini kabul etmeyip inkâra saplananların halini anlamak mümkün değildir:
“Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zât, nübüvvet dâvâ edip mu'cize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir kat'iyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ aleyhisselâm ve Mûsâ aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil (deliller) ve evsaf (sıfatlar) ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmda daha ekmel (mükemmel, fevkalade), daha câmi (kapsamlı) bir surette mevcuttur.
Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh (açık) bir kat'iyetle (kesinlikle) ona sabittir.” (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi)
Yukarıda aktardığımız hususların yer aldığı “Mucizat-ı Ahmediye” risalesinin ilk beş maddesinde mucizelerin mahiyeti, delilleri ve günümüz insanının modernitenin dayattığı maddeci bakış açısıyla anlamakta zorlanabileceği bazı hususlar açıklığa kavuşturulmaktadır.
Bu kısımda, Peygamber Efendimiz’in (SAV) çok sayıda mucizeleri olmakla beraber, insanlığa imamlık, mürşitlik ve rehberlik vazifesini yerine getirebilmesi için her sözünün, halinin ve davranışlarının mucize olması gerekmediği ve insanlığa ait sebep ve kurallar çerçevesi içerisinde yaşadığı ve böylece Allah'ın bütün sanatlarını, tasarruflarını (faaliyetlerini) ve isimlerinin tecellilerini gösteren kapsamlı bir ayna olduğu ifade edilmektedir.
Kulluk ve imtihan sırrının gereği olarak, yani insanların iradelerinin ellerinden alınmaması için mucizelerin tamamı her yerde ve herkesin görebileceği şekilde meydana gelmemiş ve insanların iradelerini ellerinden alacak şekilde gerçekleşmemişlerdir:
“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde (toplum hayatı içerisindeki haller) ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mâl (ameller) ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve her biri birer mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat (sıradan gözüken şeyler) içindeki harikulâde olan san'at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'âlinde (işlerinde) beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef'âliyle, ahvâliyle, etvârıyla (davranışlar) ders veremezdi.
Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce (ihtiyaç anında), ara sıra mu'cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla (gereği), elbette bedâhet (apaçık) derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faidesi kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.” (Mucizat-ı Ahmediye Risalesi)
Ayrıca bu eserde, mucizelerin çoğunun, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk tarafından nakledildiği (mütevatir), böyle çokları tarafından nakledilmeyen ve tek bir kanaldan gelen haberlerde (haber-i vahid) ise diğer sahabeler itiraz etmediklerinden dolayı, onların da kuvvet kazandıkları gibi hususlara dikkat çekilmektedir:
“İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan bize naklolunan mu'cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit (şartlar) dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn (hadisleri kritik edebilen uzman alimler) nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zâtlar, lâakal (en az) yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahipleri olan ilm-i hadîs dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz.
Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu (uydurma) görse, "Mevzudur" der. "Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas (karıştırma) edemez. Yalnız, İbni Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip (aşırılık), bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadîs değildir" demektir.”
On Dokuzuncu Mektup’ta geçen, mucizelerle ilgili delillerden bazılarını deryadan birkaç damla misali olarak buraya aldık. Merak edenleri o büyük deryaya havale ediyoruz…
İnşaallah sonraki yazılarda, “Hak dini, Kur’ân Dili” tefsirinde, müsteşriklerin (Oryantalistler) ve Zahirilerin etkisi ve modernite şoku karşısında, aklı her şeyde yegâne söz sahibi kabul edenlere ve manevi meseleleri ve boyutları anlamakta zorlananlara, özellikle mucizeler bağlamında, cevap mahiyetindeki yapılan önemli tespitlerle devam edelim…