Olayları doğru okumanın, bütün olup bitenlerin arkasında işleyen nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibi ve aynı zamanda kullarına karşı çok şefkatli ve merhametli bir zatın bulunduğunun farkında olarak hareket etmenin ne kadar büyük kazanımlara yol açtığı konusunu, Yusuf suresinin tefsirinden işlemeye devam ediyoruz.
Sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.” (12/86) ifadesinde de bu bakış açısını ve duruşu görüyoruz.
Hazret-i Yakub (aleyhisselâm), oğlu Yusuf’un arkasında senelerce ağlamıştır. Bu ağlamasının arkasında temel sebep olarak kendisinden sonra davasını miras olarak bırakacağı emin bir eli kaybetmesi vardır.
Bir peygamber olarak ağlayıp kederlense de “Ah Yusuf” demekten öte de bir söz söylememiş, sürekli kendini sorgulamış, halini hep Allah’a şikâyet etmiş ve hep onun takdirine razı olmuştur. Allah Rasûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) oğlu İbrahim’in vefatında hüzünlenip ağlamış ve ardından “Göz yaşarır kalp mahzun olur, ancak şu dil Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şeyi söylemez.” buyurmuşlardır.
BİZLER HAK YOLDA DEĞİL MİYİZ?
İnsan olarak yaşadığımız şeyler bizi üzüntüye salıp kederlendirebilir, ama bir mü’min olarak asla bizi isyana, Allah’ı (celle celâluhu) şikâyet etmeye, dövünmeye ve etrafa karşı hırçınlıklar göstermeye sevk etmemelidir:
“Aslında daha evvel de arz ettiğimiz gibi Hazreti Yakub’un hüznü daha ziyade misyonu hesabına bir hüzündür. Ne geçmiş peygamberlerin ne de Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği hükümlerde, musibetler ve ölümler karşısında göğsüne, dizine vurarak dövmek, saçını başını yolmak, bağırıp çağırmak ve ağıt yakmak yoktur.
Bugün hâlâ bu tür cahiliye adetlerinin devam ettiği yerler vardır. Ölen birinin ardından oturup “kaşı şöyleydi, gözleri böyleydi, henüz yirmi yaşındaydı, daha dün bir çocuktu kucağımıza alıp severdik, sen değil ben ölmeliydim” şeklinde Allah’a karşı şikâyet kokan ağıtlar yakar, ellerini göğüslerine kafalarına vurur ve bir mümine yakışmayacak haller sergilerler.
Halbuki bir mümin ölüm ve diğer musibetler karşısında Allah’a tevekkül eder, dişini sıkıp sabreder ve asla hafif meşrep davranmaz, şikâyet kokan sözler sarf etmez, imanıyla dimdik durarak etrafına güven verir, sabır telkin eder.
Bir insanın evladını kaybettiği halde, sağlam bir duruş sergilemesi, yutkunup durması, derdini Allah’a açması, ölen evladının acısından dolayı diğer evlatlarını kırmaması, onları kaybetmemeye çalışması gibi hal ve davranışlar, onun için öyle büyük faziletlerdir ki hadiste de ifade buyurulduğu gibi insana yüz şehit ecri kazandırır.
Yakup (aleyhisselâm) peygamber olmanın yanında, işte böyle bir derinlik de taşıyordu. Bir evladı kaybetmekten çok daha fazla acı ve ızdırap veren musibetler sarmalı içinde bulunduğumuz şu zaman diliminde, cenabı hak bize de aynı ruh haletini lütfeylesin.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)
Yaşadığımız ifritten süreçte meydana gelen kayıplar karşısında da bu nebevi ahlaka uygun hareket etmek gerekir. Süreçte maddi ve manevi yaşadığımız kayıplar karşısında dişini sıkıp sabretmek, kaybettiklerinin acısını yaşamasına rağmen arkada kalanların bunlardan zarar görmemesi adına dimdik ayakta durmaya çalışmak ve olayların şiddetini ve ağırlığına tahammül edemediği hallerde Allah’a dayanıp derdini O’na (celle celâluhu) açmak, insana yüz şehit ecri kazandırabilecek kadar büyük bir değere sahip bulunmaktadır.
Aksi takdirde, “Biz Hizmet’e sahip çıktığımız halde neden bunlar başımıza geldi, maddi ve manevi olarak çok şeyler kaybettik, evlatlarımızla, eşlerimizle, yakınlarımızla ağır imtihanlar yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz.” gibi Allah’a isyan kokan veya haşa O’nu (celle celâluhu) şikâyet ediyor gibi sözler sarf etmek ise bu yaşanılan imtihanlarda elde edilen kazanımların kaybolmasına yol açabilir ve Allah’ın merhametinden mahrum kalmaya sebebiyet verebilir.
Hadis-i şerifte, çok ibadet etmesine rağmen Allah rızası için değil de riya için bunları yapanların müflis (iflas etmiş/her şeyini kaybetmiş) olarak nitelendirilmelerinde olduğu gibi, kazanma kuşağında kaybetme tehlikesi vardır.
İşte buna binaen, olayları doğru okuyup yorumlayabilme çok önemlidir. Bu yüzden peygamber kıssalarıyla bizlere anlatılan bu hakikatler çok büyük bir kıymete sahiptirler. Onlar tarihte bir zaman yaşanmış olan ve bugüne bir şey ifade etmeyen kıssalar asla değillerdir.
Bu kıssalarda bütün bir insanlığın serüveni vardır. Her zamanda yaşanan hadiselere, Kur’an’da anlatılan bu kıssalar üzerinden ışık tutup aydınlatmak ve onlardan önemli dersler almak ve bunlar vasıtasıyla olayları doğru okuyup yorumlamak mümkün olmaktadır.
Daha önce de ifade edildiği gibi, hadiselere doğru bir nazarla bakıp, hadiseler perde arkasındakilerle beraber okunup yorumlandığı zaman herşeyin çehresi değişmekte ve bu okumalar sayesinde ümitsizlikten kurtulup bütün sebepleri yaratan zata sığınılmakta ve neticede olayların altında kalıp ezilmeden dimdik ayakta kalınabilmektedir:
“Ayetin sonunda Hazreti Yakup (aleyhisselâm) “Allah'ın bildirmesiyle sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” diyor. Demek ki, kendisine gelen, gösterilen bir şeyler vardı. Ona Hazret-i Musa’ya gelen vahiy gibi bir vahyin gelip gelmediğini bilmiyoruz. Fakat vahy-i gayr-i metlüv dediğimiz ilham, yönlendirme şeklinde bazı esintiler bilgiler gelmiş, Allah onu farklı şekilde yönlendirmiş olabilir.
Bundan dolayıdır ki bazı şeyleri seziyordu. Çünkü baştan beri olaylar esrarengiz şekilde gelişiyordu: Yusuf gidip dönmüyor, bir kurdun onu yediği söyleniyor ama kanlı gömlek hiç parçalanmamış olarak geliyor, daha sonra Bünyamin esrarengiz bir şekilde gidip Mısır’da kalıyor, ayrıca Yusuf'un dikkat çeken sırlı davranışlarından bahsediliyordu.
Hazreti Yakub bütün bu olup bitenlerden şüpheleniyor ve bir şeyler bekliyordu. Bu beklentisini “ümidim var ki Allah kaybettiklerimin hepsini tekrar bana lütfedecektir.” ifadeleriyle seslendiriyordu. Zira o, sıradan bir insan değil bir peygamberdi ve peygamber firasetiyle hareket ediyordu.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)
TAKVİMİ BİLMİYORUZ
İfritten süreç başladığında bu kadar uzun sürmesi beklenmiyordu. Hadiseleri doğru okuyup yorumlayanlar, bunlar eliyle meydana gelecek yeni inkişafların olacağını farkındadırlar ve bu zulümlerin devam etmeyeceğini de bilmektedirler. Aynı zamanda, Rahmet-i Sonsuz’un kullarını sahipsiz bırakmadığına imanları da tamdır.
Fakat bu sürecin ne zaman sona erip de rahmet esintili günlerin başlayacağını ise sadece Allah (celle celâluhu) bilmektedir. Mü’minlere düşen şey, zamanı gelinceye kadar “Ya Sabur” deyip dayanmak ama kendisine düşen vazifeleri yerine getirmede de asla gevşekliğe ve ihmallere düşmemektir:
“Yüksek firaset sahiplerinin engin sezgilerinin yanında, hâdiseleri kavrayıcı, kuşatıcı değerlendirmeleri vardır. Hazreti Yakup da tevil-i ehâdîste bulunup olan biten şeyleri yorumlayıp değerlendiriyordu demek ki yorumlama özelliği onun genlerinde vardı, ondan Yusuf’a (aleyhisselâm) geçmiş ve onda inkişaf etmişti.
Evet o, hadiselerin çehresinde kim bilir nice sırlar okuyor, ne manalar seziyordu. Fakat her şeyin bir vaktinin olduğunu da biliyor, bir “ya sabur!” çekiyor ve zamanın çıldırtıcılığına karşı sabrediyordu. Zamanın çıldırtıcılığı tabiri bize şunu anlatır: Allah’ın vaadi vardır. Kuran-ı Kerim’de değişik ayetlerde de ifade buyurulduğu gibi, şunu yaparsanız şu olur, bunu yaparsanız bu olur deniliyor.
Fakat bunun için bir takvim verilmiyor, zaman tayin edilmiyor. Bu yüzden yapılması gerekenleri yapıp intizara geçiyorsunuz. Size düşeni eda edip gerisini Allaha havale ediyor ve beklemeye koyuyorsunuz. “Medet ya Râb!” diyor ve intizar-ı subh-u dîdâr ediyorsunuz!” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)