Önceki yazıda, en mükemmel din olan İslâm, Allah’ın bütün isimlerine en a’zam derecede mazhar olan Hazret-i Muhammed (SAV) ve bu Zât’a vahyedilen kelam-ı İlahi olan Kur’an’ı Mu’ciz’ül Beyan’a ümmet ve cemaat olan insanlar eliyle inşâ edilen devletlerin ve medeniyetlerin de o azamete uygun olmaları gerektiği, bu hususa bazen tamamiyete yakın ve bazı zamanlar eksik de olsa muvaffak olunduğu konusunu ele almıştık.
Bu hakikata, Hazret-i Bediüzzaman’ın Risale-i Nurlar’da vurgu yaptığı yerlerin analizine başlanmıştı ve bu yazıda da bunlarla devam edelim.
İkinci Şua’da “Küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini on dört asır bilâ fasıla saltanat-ı maddiye ve mâneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Halık-ı Kâinat hesabına ve namına süren Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) o Sâniin en mühim bir maksadı, bir nuru, bir aynası olmasın?” sözleriyle bu hakikat ifade edilmektedir.
On dört asır boyunca, dünya yüzünde, nüfus olarak ortalama insanlığın beşte birinde ve toprak olarak da yarısında, Risalet-i Ahmediye’nin (a.s.m.) maddi ve manevi saltanatı devam etmiştir.
Onuncu Söz’de ise ahiretin varlığını ispat sadedinde aynı noktaya vurgu yapılmaktadır:
“Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihap ederek, ehemmiyetli küre-i arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor, âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor.”
Yirmi Dördüncü Mektup’ta Allah Resûlü’nün bin üç elli sene süren mükemmel manevi saltanatı nazara verilmektedir: “Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş.”
Ondokuzuncu Mektup’ta, her asrın Resûl-i Ekrem’in getirdiği hidayet nuru sayesinde ne kadar bereketli ve meyvedar olduğuna dikkat çekilmektedir:
“Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.”
İSTİKAMETE BAĞLI OLARAK TAKDİR EDİLEN ÖMÜR DEĞİŞMEKTEDİR
Dolayısıyla, bireyler ve toplumlar nezdinde durum böyle olunca inşa edilen devletler hakkında da durum farklı değildir. Bazı dönemlerde zalim ve yetersiz idareciler de gelmiş olsalar, umumi manada bu devletler hem İslâm’a hem de insanlığa çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretleri, Beşinci Şua’da ele aldığı bir hadisi şerifin yorumunda bu temel hakikati şöyle özetlemektedirler:
“Rivayette var ki, “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.”
Yani
âyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder. Allahu a’lem; bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış.
Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mu’cizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş.”
Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer İslâm devletleri bazen tam istikamet üzere bazen eksik istikamet üzere de olsa İslâm’ı yaşamışlardır ve bu durum Osmanlı’nın yıkılmasına kadar böyle devam etmiştir.
Burada vurgulanan diğer önemli bir husus daha vardır; hükmün umumun istikamette olup olmamasına bağlı olmasıdır. Yani, Abbasiler siyasiler istikameti kaybettikleri için ömürleri beş yüz sene sınırlı olurken, ümmetin umumunda istikamet muhafaza edildiğinden, ümmetin ömrü daha uzun olmuştur ve on üç asır boyunca hakimiyetini devam ettirebilmiştir.
Benzer şekilde, bu kriter, bir cemaatin Hizmet-i imaniye vazifesinde liyakatinin olup olmadığını anlamak için, şahs-i manevinin umumunda istikameti koruyup korumadığına bakılmak suretiyle de kullanılabilir.
Sunuhat’ta a’li bir heyet tarafından sorulan bir soruya verilen cevaptaki “Eskiden beri İlâ-yı kelimetullah ve İslâm’ın bekası için farz-ı kifâye olan cihadı yapmakla tek vücut olan İslâm âlemine kendini fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu İslâm Devleti’nin felâketi, İslâm’ın istikbaldeki saadetiyle telâfi edilecektir…” sözlerinde bu hakikate Osmanlı Devleti üzerinden işaret edilmektedir.
Üstad Hazretleri, en yüce bir mecliste, Osmanlı Devleti’nin dini yaymayı ve muhafazayı farz bir vazife olarak kabul ettiklerini ve bu uğurda mücadele verirken İslâm âlemine kendilerini feda etmekle vazifeli bildiklerini ve bu işin bayraktarı olarak gördüklerine şahitlik etmektedirler.
Yukarıda ele alınan bütüncül bakış açısını bırakıp, tarihte yaşamış zalimlere, bunların yaptıkları zulümlere ve münferit menfiliklere bakarak hüküm verilmeye kalkıldığında, umumi manada yaşanmış o parlak güzellikler ve inşâ edilen medeniyetler görülememekte ve cerbeze yoluyla bütün bir mazi bunlar üzerinden karanlığa mahkûm edilmektedir.
Fethullah Gülen Hocaefendi “Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı” başlıklı bamtelinde Bediüzzaman Hazretlerinin cerbezeyle ile ilgili bir sözünü alarak bu probleme vurgu yapmaktadırlar:
“Hazreti Üstad’ın ifadeleriyle diyecek olursak, “Senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir.” İşte aynı bunun gibi, Osmanlı’nın bazı fertlerinin hataları her biri tarafından işlenmiş ve farklı zamanlardaki kusurları toplanıp bir anda yapılmış gibi tasavvur edilirse, karşımıza çok çirkin bir tarih çıkabilir. Oysa, Osmanlı’nın bir de fetih ve medeniyet tarihi vardır. Fakat maalesef, zaaflarının esiri bazı kimseler, o yüce kâmetleri kendi seviyelerine indirerek kendilerine mazeret uydurma ve kendi cürümlerini hafif gösterme psikolojisinin de tesiriyle yalan yanlış tasvirlerde bulunuyorlar.”
Hocaefendi’nin Osmanlı Devleti ile ilgili olarak kullandıkları bu yaklaşım, benzer şekilde diğer İslâm devletleri için de geçerlidir.
İnşaallah sonraki yazıda, konuya kaldığımız yerden devam edelim…