MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 12
Hazret-i Bediüzzaman, Mirac-ı Nebevi hakkında 31. Söz olan Mirac Risalesi’nde, Miracın ancak iman eden insanlara ispat edilebileceği, manevi ve gaybi şeyleri bilip anlamayan insanlara öncelikle iman hakikatlerinin anlatılması gerektiğini ifade etmektedirler:
“Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise, biz, Miracda istib'âd (akıldan uzak görme) ile vesveseye düşen bir mü'mini muhatap ittihaz ederek, ona karşı serd-i kelâm edip ara sıra, makam-ı istimâda (dinleme makamında) olan mülhidi (inkâr eden) nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz.”
İnanmayanlara iman hakikatleri tartışma ortamında ve bir cidal (karşılıklı çatışma) havası içerisinde anlatılmamalıdır
Hazret-i Bediüzzaman, inkâr eden dinsizlere iman hakikatlerini anlatma işinin bir tartışma ortamında ve bir cidal (karşılıklı çatışma) havası içerisinde yapılmaması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar.
Çünkü, böyle olursa, karşı taraf tamamen muhalefet konumuna girip söylenen her şeyi çürütme adına ciddi bir cehd ve gayret içerisinde olacak ve aynı zamanda bir tarafgirlikle, inkârı tamamen bir dava haline getireceğinden böylelerine bir şey anlatmak neredeyse imkânsız hale gelecektir.
Bu üslup hatalarına Üstad Hazretleri dikkat çekmektedirler:
“Eğirdir’de ilmî bir münakaşayı işitmiştim. O münakaşa, bilhassa şu zamanda yanlıştır. (…) Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye (yanlış ve kötü anlamalara) sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.
O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var. (…) Avâm içinde müşkülât-ı hadîsiyeyi (hadis-i şeriflerde anlaşılması kolay olmayan ve anlamak için ilim gerektiren) münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.” (Yirmi Sekizinci Mektup)
Abdullah Aymaz Hocaefendi’nin paylaştığı bir hatıra da buna çok güzel bir örnektir:
“Seneler önce materyalist bir anlayışın içinde yoğrulmuş birisi, bizim arkadaşlardan bir cami imamına şüpheli sorular soruyor. Ama arkadaşımız gülümsüyor ve ona “Zannetme ki bunların cevabı yok… Hepsinin de cevabı var…” Arkadaşımız onu alıp Hocaefendi’nin Bornova’da Cuma vaazına götürür. Namazdan sonra İmam odasına Hocaefendi’nin yanına girerler. Orada aynı soruları Hocaefendi’ye de sormak ister. Hocaefendi, “Bunları Mehmet Özyurt Hocamız size anlatır.” der.
Sonra Mehmet Hocamızla beraber üniversitede okuyan öğrencilerin evlerine giderler. Evlerinin tertip düzeni ve onların güzel hâl ve tavırları ona çok tesir eder. Ayrıca Mehmet Hoca’nın onlardan bir kitap isteyip tam da onun sorduğu sorulara cevap teşkil eden yerleri okuyup şüphelerini gidermesi çok hayret ve dikkatini çeker.
Seneler sonra İslami hakikatleri kabul edip Risale-i Nurları baştan sona okumaya başlayınca, şimdi sizlere takdim ettiğim bölümleri mütalaa edince, niye sorularına münakaşa tarzında cevap vermeyip, nefislerin çatıştığı münazara ve münakaşadan kaçınıp, normal olarak ortaya söylenmiş değerli sözler gibi takdim edilmesinin hikmetini kavramış… “Eğer münakaşa tarzı olsaydı, mağlubiyeti kabul etmeyen nefsim o güzel hakikatleri kabullenmekte zorlanırdı.” diye bir itirafta da bulunmuştur.”
(Tartışma Usulü)Şimdi bu üsulün nasıl uygulandığını Miraç Risalesi’nde takip edelim. Hazret-i Üstad burada “Bu sırr-ı azîmin Dört Esası var. Birincisi: Miracın sırr-ı lüzumu nedir? İkincisi: Hakikat-i Mirac nedir? Üçüncüsü: Hikmet-i Mirac nedir? Dördüncüsü: Miracın semerat ve faidesi nedir?” dedikten sonra her bir esası tek tek açıklamaktadırlar.
Burada, iman hakikatlerinden habersiz olan münkir direk muhatap alınmamakta ve dinleme makamında tutulmak suretiyle peşinen alabileceği negatif tavırlardan, düşüncelerden ve şartlanmışlardan uzak tutulmaktadır.
Daha sonra da mü’minlere Mirac ile ilgili temel konular ikna edici bir üslupla takdim edildikten ve inkâr eden münkiri de bu konularla tanıştırdıktan sonra, “Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki” diyerek onu da dolaylı muhatap alıp, bu anlatılanlar içerisinde onların akıllarına gelebilecek bazı soruların cevaplarını vermektedirler. Onlar soruları yöneltmeden, kendisi soruları sorup sonra da cevaplandırmaktadırlar.
Birinci Esasta Miracın lüzumu üzerinde durulmuş, Allah’ın (CC) tecellisinin insan mahiyetinde iki türlü kendini gösterdiği, birincisinin herkesin kendi kabiliyetlerine ve manevi gelişmesine bağlı olarak ve dolayısıyla bazı kayıtlarla sınırlı olduğu ifade edilmiştir.
İkincisinin ise, insanın kâinat ağacının en parlak bir meyvesi olması ve bütün kâinatta cilveleri görülen Allah’ın güzel isimlerini birden ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, kulluğu ile Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerini en üst derece ve mertebede gösterebilecek bir hale gelmiş olan ve insanlığın manen en büyük bir ferdine en üst derece ve mertebede gösterildiği ve bunun Mirac ile gerçekleştiği anlatıldıktan sonra inanmayan dinsiz şöyle muhatap alınmaktadır:
“Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Madem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âli bir teveccühü olacaktır.
Hem madem dem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde, âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını (yarısını) ve nev-i beşerin humsunu (beşte birini) daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahu Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mirac, ona elyak ve ona evfaktır.” (BİRİNCİ ESAS)
İkinci Esasta Miracın hakikatinin ne olduğu üzerinde durulmaktadır. Burada, Miracın hakikati çok güzel bir şekilde ifade edildikten sonra bu hakikatleri anlamaya yardımcı olacak temsiller üzerinden, Allah’ın (CC) Rububiyetinin dereceleri, Uluhiyetinin daireleri ve icraati (yaptıkları) ve çok büyük hakimiyeti hakkında bilgiler verilip bütün bunların en mükemmel bir şekilde anlaşılabilmesinin ve insanlığa da bunların ders verilebilmesinin ancak donanımı en mükemmel olan Hazret-i Muhammed’in (SAV) Mirac’ta bunları ve Allah’ın (CC) cemalini görmesi ile mümkün olacağı ortaya konduktan sonra, dinleme makamındaki inanmayan şahıs muhatap alınarak onun aklına gelebilecek sorular çok detaylı olarak cevaplandırılmaktadır.
Bu kısımda mülhidin sorabileceği aşağıdaki sorular çok etraflıca ve ikna edici bir şekilde cevabını bulmaktadır;
“Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der, "Ben Allah'ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum. Nasıl Miraca inanacağım?" Biz de deriz ki:…
Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi'! Sen kalbinden diyorsun ki, "Nasıl inanayım? Her şeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat' edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?" Biz de deriz ki: …
Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, "Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?"
Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, "Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat' eder, gider, gelir?" Biz de deriz ki:…
Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, "Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter." Biz de deriz ki: …
Yine hatıra gelir ki: Dersin, "Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat' etmek aklen muhaldir." Biz de deriz ki:…
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?" Biz de deriz ki:…” (İKİNCİ ESAS)
Üçüncü Esasta Miracın hikmetleri ele alındıktan sonra, dinlediklerinin etkisiyle inanmaya başlayan mülhidin aşağıdaki üç büyük müşkili (problemi/çıkmazı) çok geniş ve ikna edici bir şekilde cevaplanıp çözüme kavuşturulmaktadır;
“Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, "Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var.
"Birincisi: Şu Mirac-ı Azîm niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?"
"İkincisi: O zât nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? dersiniz: Kâinat onun nurundan halk olunmuş; hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?"
"Üçüncüsü: Sabık (önceki) beyanatınızda diyorsunuz ki: lem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini, destgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?"”
Son olarak Dördüncü Esasta, Miracın meyveleri ve faydaları anlatıldıktan sonra, mülhidin bütün bu anlatılanlar karşısında artık inkâr gözlüğünü çıkarıp Müslim gözlüğünü takması istenmiştir. Devamında, bazı temsiller yoluyla Miracın bazı meyvelerinin ne kadar kıymetli oldukları da gösterildikten sonra bu uzun yolculuk aşağıdaki konuşmayla tamamlanmıştır:
“Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: "Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı kazandım."
Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şefaatine mazhar etsin. min.”
Sadece bir özetini takdim ettiğimiz bu büyük şahesere, Mirac Risalesi olan Otuzbirinci Söz’e havale ederek bu konuyu şimdilik tamamlayalım.
İnşallah sonraki yazıda, mucizelerle ilgili diğer âyetlerle kaldığımız yerden devam edelim…