İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 14
Şüphesiz ki, Üstad ve Hocaefendi gibi Allah dostları da hatalar, yanlışlar yapabilirler. Onların birer beşer oldukları unutulmamalıdır. İsmet sıfatına sahip olan peygamberlerin de, kendi konumlarına göre (normal insanlar için sevap olabilen işler, mukarrebin için günah sayılabilmektedir) hata olarak kabul edilebilen zelleleri söz konusudur.
Kur’an, Tevrat ve İncil’de sena edilen, Allah’ın onlardan razı olduğunu beyan ettiği sahabe efendilerimizin bile günahları, yanlışları ve hataları olmuştur.
Hüsn-ü zanda da dengeli olmak önemlidir. Ölçüsüzce yapılan bazı hüsn-ü zanlarda şirke girmek tehlikesi bulunmaktadır.
İnsanın hata ve kusurlarının olması beşerî bir özelliğidir. Allah (celle celâluhu) eğer insanlar günah işlemeselerdi, onların yerine günah işleyen bir canlı yaratacağını ifade etmektedir. İnsan, hata ve kusurlarıyla insandır. Bu hatalar, günahlar ve kusurlar üzerinden, terbiye ve mücadelesiyle insanlığa ait hakikatlerin zuhuru gerçekleşmektedir.
Buna binaen, Allah dostu da olsa, bir insanın hata ve kusurlardan uzak olduğunu iddia etmek o insanlar adına bir fazilet değildir. Mahiyeti itibarıyla, hata ve kusurlara açık ve günah işleyebilen varlıklar olmalarına rağmen, kemalât adına onlara lütfedilen payelere erişmiş olmaları itibarıyla faziletlidirler.
HÜSN-Ü ZANDA VE MUHABBETTE İFRAT EDENLER EN ÇABUK TERKEDENLERDİR
Bu zâtlara, hata yapmayan insanlar gibi bir payeler vermenin çok büyük zararları söz konusudur. Meşhurdur ki, ifratlar tefritleri, tefritler de ifratları doğururlar.
Üstad Hazretleri, Kastamonu Lahikası’nda, mübalağalı hüsn-ü zanların ve ifratların tashih edilmeleri ve dengelenmeleri gerektiğini ifade etmek için paylaştıkları, kardeşi Molla Abdullah ile aralarında geçen konuşma, bu hususta çok önemli tespitler ve ölçüler ihtiva etmektedir. Molla Abdullah, evliyadan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has bir mürididir. Molla Abdullah’ın bu büyük zâta karşı duyduğu aşırı muhabbet ve hüsn-ü zanna binaen, onun bütün ilimleri bildiğini ve bir kutb-u âzam gibi, kâinattaki her şeyden haberi olduğunu iddia etmesine Hazret-i Üstad şöyle mukabele etmişlerdir:
“Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin.
Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin."
Yani, zihninde ve hayalinde harikulade vasıflar atfettiğin hayali bir zatı seviyorsun ve bağlılığın o vasıflaradır. Ama, gayb perdesi ortadan kalksa, ona ait insani yönleri ortaya çıksa, hayal kırıklığına uğrayabilirsin. Halbuki, O zâtın, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, istikamet üzere ehl-i imana ihlaslı ve tesirli hizmetlerde bulunan bir rehber olması, onun sahip olduğu şahsi makamlarından çok daha büyük bir öneme sahiptir.
Bu süreçte de, Hocaefendi’ye mübalağalı makamlar atfedenler, beşeri hususiyetlerini inkar ederek hüsn-ü zanda çok ileri gidenler, “her şeyi bilir, hiç hata yapmaz, her yaptığı ve söylediği sırf hikmettir” gibi, hakikatlere ve realitelere aykırı düşünceler içerisine girenler, farkında olmadan şirk kokan tavırlar içerisine girmişlerdir. Süreçte meydana gelen hatalara veya insan olmanın gereği olan bazı hallere şahit olduklarında, en büyük hayal kırıklığını bu insanlar yaşamışlar ve en erken dökülenlerin önemli bir kısmı da bunlar arasından çıkmıştır.
Muhabbette dengeli olamayanların, ayrıldıktan sonraki hallerinde de denge yoktur. Hatta, bunlardan bir kısmının muhabbeti düşmanlığa intikal edebilmekte, aldatıldıkları gibi birtakım mülahazalara da girdiklerinden, intikam alma peşine düşüp karşı cepheye dahil olup, Hizmet ile mücadele içerisine girebilmektedirler.
Halbuki, Hocaefendi’nin Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehber olmasına baksalardı, hata etmenin insani bir özellik olduğunun farkına varsalardı, imtihan ve hikmetler dünyasının kusurları ve hataları gerektirdiğini anlasalardı, şahsi makamının çok ötesinde onun üzerinden lütfedilen bu hizmetlere yoğunlaşsalardı, -Hazret-i Üstad’ın ifadeleriyle diyelim- bu hizmetleri için ruhlarını ona feda edebilecek, perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacaklardı.
Bu sırları anlamayan insanlardan bazıları da, Hocaefendi’nin etrafında bulunan bazı insanların hata ve kusurlarına bakarak sarsılmışlar ve belki de bundan dolayı Hizmet’ten uzaklaşmışlardır.
Aslında, böyle davranışlarda bile şirkin izlerine rastlamak mümkündür. Şahıslara bakarak, Hizmet-i imaniye ve Kur’an’iyeye küsülmesi gösterir ki, bu insanlar daha tevhid hakikatini tam anlayamamışlar, yapılan hizmetleri insanlardan bilmişler ve her şeyin hakiki yaratıcısına ve sahibine ait olan icraatları, bir perde olmaktan öteye geçmeyen sebeplere vermektedirler.
Üstad Hazretleri, hakikat mesleğine sahip olanların, Allah dostlarının istihdam edildikleri vazifelere ve hizmetlere bakmaları ve bağlılıkların şahsi makamlara olmaması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar. Hizmet eden insanlar topluluğu arasında ve Hizmetlerin başındakiler ile cemaatleri arasında olması gereken ilişkiyi ise şöyle tarif etmektedirler:
“Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbin zatlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız… Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var.
Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsi ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı manevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir…
Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz.”
Önemli olan, hizmetlerin başındaki şahıslara, Allah dostlarına aşırılığa kaçan hüsn-ü zanlarda bulunmak ve onlara yüksek makamlar vermek değildir, önemli olan sadakatte, sebatta, irtibatta ve ihlasta çok ileri olmaktır.
İnşaallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim.